top of page
germany.jpg

Hesaplaşmanın Almancası

 

Ömer F. Oyal

 

Edebiyat hesaplaşma çabası da olabilir, unutma çabası da. Savaş sonrası Alman edebiyatı, neler olduğunu, tüm bunların nasıl olabildiğini, “Eski Almanya”nın mirasını tartışmaya yazgılıydı. Ama alacakaranlığa gömülmüş olarak. Dieter Forte'nin deyişiyle, ne zaman kendi hayatına dair bir şey planlasa araya dünya tarihin girişiyle sarsılan insanlar için hakikatin anlamı onca yaşananın ardından tartışmalıdır. Glaeser'in 1902 Doğumlular'ının 45 yaşına gelebilmeleri demek; iki adet dünya savaşını, birkaç açlık dönemini, sayısız ekonomik krizi, İmparatorluk dönemini, Alman Devriminin yenilgisini, çeşitli işgal dönemlerini, Weimar Cumhuriyetini, Nasyonal Sosyalist rejimi, bolca yıkıntıyı, Almanya'nın ikiye ayrılışını yaşayabilmeleri demekti. “Yeni Almanya” varoluşunu geçmişin ve olanların unutulmasına bağlamıştı. Ama geçmiş ısrarcıdır.

 

Endişe. – Zamanın bozulmasından şikayet, kıyamet çağı ve felaket beklentisi özünde değişimden bunalmış kuşakların muhafazarlığı mıdır? Bu endişe 1. Dünya Savaşı öncesinde de, sonrasında da Almanya'nın güzide konularından birisiydi. Hayatın akıl almaz hızlanışı, teknolojinin patlayışı, sanayinin hayatları savuruşu ve ardından gelen tarihteki ilk kitlesel kıyım savaşı. 1800'lerin aksine artık Almanya'da iyimserlik hiç de popüler değildir. Dünyanın çehresindeki hızlı değişim herkesi ürkütmüş ve insanın dünyaya yabancılaşması tehdidinden doğan sakınımcı bir ruh hali oluşmuştur. Özellikle hızlı sanayileşmenin yoğunlaştığı kentler tanınmaz hale gelmiş, işçi göçü tırmanmış, nüfus 1914'de 67.7 milyona ulaşmıştı. Klasik hümanist değerler sorgulama altındaydı ve karanlık manzara en muhafazakarından, en muhalifine kadar tüm düşünsel camiayı etkilemekteydi. Ernst Jünger, Heidegger, Oswald Spengler gibilerle; Adorno, Walter Benjamin ve hatta Ernst Bloch gibilerin zamanın bozulmasından muzdarip oluşları gariptir. Kimileri toplumdaki çürüyüşün, yozlaşmanın ve yabancılaşmanın ancak ateşin arındırıcı etkisiyle ortadan kaldırılabileceğini umuyordu. Almanca konuşulan dünyadaki bu kadar çok düşünürün 1. Dünya Savaşı'nın başlangıcını bu denli coşkunlukla karşılamalarının nedenlerinden biri de bu ruh halidir. Kirli hava eylemle dağılacaktı. Fakat savaş havayı daha da kirletmekten başka bir işe yaramadı.

 

Deliliğin Onarımı. – Ernst Bloch, Don Quijote'un serüvenlerinin ütopyacı anlamını tartışırken şöyle der: “Gerçekliğin böylesi dönüşümleri Don Quijote'un günlük ekmeği gibidir; bir defasında şövalye uyanıp da olan bitenlerle ilgili bir şüpheye kapıldığında artık ona zarar verecek hale gelen deliliğin yerini deneyimin gerçekliği almaz, tersine, deliliğini çok daha büyük bir delilikle onarır.” (Umut İlkesi, İletişim. C II. Sf 412.) Böylece saplantılar daha büyük saplantılarla aşılmaya çalışılır. Bireyler ölçeğinde de, bazen uluslar ölçeğinde de.

 

Altın Çağlar. – Bireylerdeki “çocukluğun altın çağları” özlemi gibi toplumlar da bunaldıklarında kendi çocukluk zamanlarının düşlerini kurmaya başlarlar. Tabii bu da hayali bir dirimlilik zamanıdır. Uygarlıktan bunalmışlık ve barbarlık çağı ateşine öykünme giderek pagan destanların delicesine sayıklanmasına yol açar. Michel Tournier, adından da tahmin edilebileceği gibi Alman değil. Ailesi gibi Alman dilinin ve kültürünün hayranı bir Fransız olan Tournier aynı zamanda Berlin'de, Nazizmin yükseldiği yıllara da şahit olmuştu. Kızılağaçlar Kralı (Ayrıntı. 1996) savaş sonrası Alman edebiyatının başlıca biçimlerinden biri olan gerçeküstücü tarzı sahiplenir. Gerçeklikle gerçeküstülük arasında salınan kitap, Doğu Prusya'da zorunlu çalışma hizmetinde olmasına karşın giderek Almanlar nezndinde itibar kazanarak Napolalardan birinde görevlendirilen bir Fransız savaş esirinin şahsında gençlik coşkusuna, çocukluğa ve Nasyonal Sosyalist rejimin çocuksu pagan sarhoşluğuna eşlik eder. Ta ki toplama kampından kaçmış yahudi bir çocuğa rastlayıp paganlığın somut sonuçlarına dair bir fikir edinene kadar. Tournier, Von Solomon'un sözünü ettiği “insanların kapılıp gittikleri Nasyonal Sosyalizm denilen iç ses”i başka bir açıdan görür: “İlk önce bu tür devlere ilgi duyan bir yaşta – parmak çocuk'u okuma yaşı – Nazizmin yükselişinin ve gelişmesinin doruğundaki Almanya'da bulunmuş, yeni Alman rejiminin ne kadar bana ve benzerlerime dayalı olduğunu açıkça hissetmiştim. Gerçekten de gençliği aşırı değerlendirmek, onu bir değer, başlı başına bir erek , tanıtım amaçlı bir saplantı durumun getirmek faşizmin belirgin özelliklerinden biridir. (...) zaten faşist siyasal yaşamın çocuksu bir yanı olduğunu kabul etmek gerekir; şunu demek istiyorum: Bu yaşam sürekli geçit törenleriyle, bayramlarıyla, sevinç gösterisi olarak ateş yakmalarıyla, uzun gezintileriyle, gençlik örgütleriyle kendini en genç kişilere sunan bir düzeyde ortaya çıkıyordu. Dünyada gıcır gıcır gereçleriyle de yeni Wehrmacht kadar bir oyuncak orduyu, kurşun eskerlerden oluşmuş bir orduyu akla getirebilecek başka hiçbir ordu yoktur.” (Michel Tournier, Kutsal Ruh. Sf. 81, Ayrıntı. 2003)

 

Pastoral. – Bazı halklar için doğa sadece doğa değildir ya da bizzatihi doğadır. Doğa işlevsellikten başka bir şey demektir, “Alman olan her şeyin temeli olan o doğa”dır. Kırın, ülkenin doğasının başlı başına pagan denilebilecek bir masala hatta propagandaya dönüştürülmesi başlı başına bir izlektir. Hemen tüm savaş sonrası yazarlarda belki Böll gibi bir iki örnek hariç doğanın uzun uzadıya tasviri ve yüceltilişi önemli yer tutar. Öyle ki çocukluk ve gençlik anıları doğasız düşünülemez. O dünya bir doğa yürüyüşleri dünyasıydı. Doğa yürüyüşleri ve yörenin tanınması yeni ulusun gençlerinin toprakla bütümleşmesi gibi bir amaç güdüyordu. Hatta doğanın niteliği yeni ulusun niteliklerinin kopmaz bir parçası ya da ulusu oluşturan niteliklerin bir bileşeni olarak sunuldu.

 

Sıfır. – Üçüncü Reich Almanya'sının kayıtsız şartsız teslim olduğu 8 Mayıs 1945 tarihi Sıfır Anı (stunde null) ya da sıfır noktası (nullpunkt) olarak adlandırılır. Bir felaket ve karmaşa döneminin yıkıntılar ve belirsizlik içinde sonlanışını imler sıfır anı. Aynı zamanda eski Almanya'nın yok oluşunu da. Harabeye dönmüş bir ülke, milyonlarca ölü, kayıp, sakat, sayısız insan hayatına sinmiş sayısız trajedi ve işgal. Bunlardan da ağırı zihniyet dünyasının tamamen alabora oluşuydu: toplumsal safık ve dirimiliğin hayal kırıklığı ile sonuçlanışı. “Sıfır anı – böyle adlandırıyordu herkes bu zamanı -, kimsesiz bir ülkede kimsesiz zaman; insanların hayatın hiçbir anlamı olmadığına dair duygusundan doğmuştu bu kavram. Günler gibi geçen saatler ve yıllar gibi geçen günler, bu akışı fark etmiyordu insan; zira kulelerin saatleri kuleleriyle birlikte yok olup gitmiş, çanlar yoklukları içinde sessizliğe gömülmüştü; gerçekten de sayılmayan, zaman olmayan, dünyayı durduran, insanın bir türlü üstünden atamadığı korkunun içinden, herkesin yüreğine işlemiş olan ölüm görüntülerinin içinden doğan bu andan başka hiçbir şey yoktu adeta.” (Dieter Forte, Sırtımdaki Ev, Metis. 2009. Sf. 493) Beklenen felaket nihayet tamamlanmıştır. Günter Grass o günlerde, Hitler'in intihar ettiği günlerde esir kampındadır: “Yaram iyileştikten sonra, her tarafta oluşan esir kamplarındaki binlerce kişinden biri olarak önce Oberpfalz sonra da Bavyera göklerinin altında dolaşırken Führer'in yok oluşunun acısını çekmedim. Sanki hiç varolmamış biri gibi yok olmuştu ve unutulabilirdi, sanki Führer olmadan da pekala gayet güzel yaşayabilirdik. Bireysel ölümlerin kütlesi içinde, onun kahramanca ölümünün haberi de kaybolup gitti ve bir dipnot haline geldi... Yakın zamana kadar gerçek olarak kabul edilen her şey tahmini olarak mevcuttu. Kesin olan tek bir şey vardı: açlıktan ölüyordum.” (Günter Grass, Soğanı Soymak. Turkuaz. Sf. 141)

 

Şantiye. – Almanya geçmişten kurtulmak istiyordu. Yeni Almanya ancak böyle varolabilirdi. Belki de “yeni”nin kurulmasını kolaylaştıran şeylerden birisi anlam ve değerler dünyasının böylesine bir imhasıdır. Rejimin baskısı kadar, barışın getirdiği de inanılmazdır. Nasyonal Sosyalist rejimin muhalifleri bile eski Almanya'nın yok oluşundaki travmayı atlatmakta zorlandılar. Eski Almanya artık sadece hatıralar diyarına aitti. Nazi iktidarı bile bir anlamda eski Almanya'ya ve eski Almanyanın sorun alanına dahildi. Fakat savaş sonrası gelen Amerikanizm ilkimi bambaşka bilinmedik bir dünyadır. Ama önce gerçekten unutmak gerekiyordu. Henüz yıkıntıların dumanı tüterken ve yeni kentlerin planları yapılmaya başlanmışken bile yeni dünyanın eğilimi belli olmaya başlamıştır: “Belki onlar da tıpkı oğlan gibi dünyada ağır ağır bir çatlak oluştuğunu, bu tekinsiz çatlağın devamlı büyüdüğünü hissediyorlardı : Gelecekten başka bir şey düşünmek istemeyenler ve geçmişte yaşayanlar. (...) Planları yapanlar ötekilerin soylarının tükenmesini ve arkalarında hiçbir iz bırakmadan yok olmasını umuyordu.” (Sırtımdaki Ev Sf. 560)

 

Eve Dönüş. – Askerler eve dönüyordu. Ordu mensupları, Waffen-SS'ler, SS'ler, hatta alt rütbeli parti mensupları eve dönüyordu. Esir kamplarından, yakından, çok uzaklardan, cezaevlerinden, soruştuma süreçlerinden dönüyorlardı. Savaş sonrası Alman edebiyatının en önemli üç ismi de savaş sırasında silah altındaydı: Heinrich Böll, Günter Grass ve Siegfried Lenz. Bazıları içinse artık ev bile mevcut değildi. Günter Grass'ın Danzig'i de, Siegfried Lenz'in doğum yeri Doğu Prusya'daki Elk de artık Almanya sınırlarına dahil değildir ve sadece hatıralarda mevcuttur.

Partiye karşı farklı tutumlarına rağmen (sadece koyu Katolik olan Böll Hitler Gençliği'ne girmeyi reddetmiştir) üçü de savaşın acılarından söz ediyorlardı ve yeni toplumun yabancılığından. Martin Walser'i de dahil edersek, dördü de ileride barış ve insan hakları hareketlerinde, sol partilerde aktif rol alacaklardı. Ama yargının henüz bir anlamı yoktur. Doğrunun, yanlışın ve geleceğe dair tasarıların da, çürümüşlüğe öfkenin de bir anlamı kalmamıştır. Asker hikayeleri, savaştaki küçük insanların acıları ve savaşın ardından gelen açlık ve safalette hayatta kalma mücadelesi anlatılıyordu. Artık yabancılaşma, ruh-irade ikilemi gibi tartışmalar fazlasıyla lükstü, ama yakında toplumun Amerikanlaştırılmasının eleştirisi de başlayacaktı.

 

Susku. – Sessizlik her yanı sarmıştır. Onca felaketin tabakalar halinde üst üste yığılması anlamsızlık duygusunu beslemiş, duyarlılığı törpülemiştir. Artık hiçbir şey uzun uzadıya göz yaşı dökülecek kadat trajik değildir. Sürekli trajedi en nihayetinde giderek acılaşan bir suskunluğa götürür. Yaşananların niteliğine dair puslu bir bakış vardı ve düşünce geçmişin bu puslu aynada belirsiz nitlemelerle işaretlenmesiydi. İşaretlerin olduğu ama bütünlüklü bir çıkarımın olmadığı bir harita gibi. Feryattan çok soğukkanlılığın ve bir tür kinizmin hakim oluşu da bir Alman duruşu mudur? Yaşananlar trajediden de, sorumluluktan da, suçluluktan da arındırılarak alacakaranlıkta gölge oyununa dönüşür. Tarafların anlamı kalmamıştır. Taraf tutulmaz ve taraf tutmak zaman alacaktır. Henüz değil.

 

Kolektif Suç. – Herkes kendisini bir kurban gibi hissetmekte özgürdür. Tarihin ve kendi gençlik hatalarının kurbanı. Tüm Almanya suç kavramı karşısında aynı şaşkınlıktadır. Savaşın ardından bu kez de askerlerin ve Nazi partisi mensuplarının kapatıldığı bir toplama kampında yörenin öğretmen, çiftçi, esnaf olan parti sorumluları, “...çalışıp çabalamaktan başka hiçbir şey yapmadıkları halde birdenbire her şeyden sorumlu tutulmaları karşısında tümüyle edilgen ve ölçüsüz bir şaşkınlık içindeydiler.” (Ernst von Solomon, Soruşturma. YKY Yayınları, Ocak 2006. Sf. 839) Soruşturma'da suça dair ilk izlenim de anlatılır. Kampı ziyaret eden protestan papaz “gelir gelmez bize, ne denli korkunç bir suçu üstlenmiş olduğumuzu anlatmaya başladı. Aslında hiçbirimiz bunu duymak istemiyorduk. Çoğunluk bu nahoş 'suç' kavramı karşısında hiçbir şey anlamadan kalalakıyordu.” (Soruşturma Sf. 835) Kolektif suç kavramına dair şaşkınlık ve yaşananların birikimiyle oluşan nihilizm dilinden söz ediyoruz. Bazıları buna apolitik dışavurumculuk diyor. Bütüncül bir tanıma ulaşmayan, bütüncül bir toplum eleştirisine ulaşmayan açık ve sert anlatı. Bu anlatı Böll'ün, Lenz'in ve Bender'in öykülerinde savaşın gerçek yüzüne, askerlerin, yaşama tutunmaya çalışan sivillerin soluk dünyasına dönüşür. Onlar artık kurbandırlar rejimin, savaşın ve yıkımın kurbanı. Önemli olan yiyecek bir şeyler bulmaktır. Lenz'in Kentte Söylentiler (İşgal Altında, Can yayınları. 1982) romanında bir direnişçi grup anlatılır. Direniş de, işgal de bir perdenin ardında aynı soğukkanlılıkla irdelenir ve zaferin ardından haklılık ve direnişin anlamsızlaşmasıyla birlikte her şeyin zamanla birlikte unufak oluşu anlatılmak istenir. Fedakarlık ve direniş günlerinde verilen kararlar artık zamanın değişmesiyle ağırlığını ve yüklenen değerleri yitirmişlerdir.

 

Grotesk İklim. – Günter Grass'ın Teneke Trampet'i (Cem Yayınları, 1980), Almanca adıyla Danzig, Polonya'lı adıyla Gdansk masalıydı. Savaş öncesi, savaş, doğudan göç ve savaş sonrası Almanya'nın toplu portresi olarak dönem edebiyatının hemen tüm özelliklerini barındırıyor: Dışavurumculuk, grotesk alaycılık ve kinizm. Trajedinin mizahi anlatımıyla dillendirilen geçmiş haliyle bulanıktır. Ama Grass savaş sonrası Alman toplumunun unutmaya terk edip, tabulaştırdığı tüm konuların üzerinden geçmeyi de ihmal etmez: Doğudan Almanya'ya göçün dramatik hikayesi, Sovyet ordusunca gerçekleştirilen kitlesel tecavüzün boyutları, savaş sonrası yılların sefaleti. Bir türlü büyüyemeyen Oscar acı çekme yeteneğinden de yoksundur sanki. Baltık Denizi kıyılarının doğası yine ön plandadır. Aynı kuşaktan hemen tüm yazarlarda görülen karaborsa ve takas ekonomisi öyküleri Lenz ve Böll'de olduğu gibi Grass'ta da yerini bulur. En alasından düzene tapan toplumun, en alasından kargaşaya kavuşması derin bir çözülmedir. Grotesk tarz olanları çarpıtılmış bir aynadan ve sinik biçimde sunar. Gözyaşı ayıptır.

 

Sokaktaki Adam. – Nazi rejimi sıradan kişilerin rejimiydi. Eve dönen kuşağın yazdıklarında dört başı mamur bir Nazi'yle karşılaşmayız. Karşılaştıklarımız gayet sıradan kişilerdir. Sıradan kişiler, kolektif sorumluluğa da, suçun toplumun tabanına inişine de işaret eder. Suçu sadece Hitler'e ya da bir avuç yüksek düzeydeki Nazi'ye yüklemenin kolaycılık olduğunun en derin biçimde herkes farkındadır. Teneke Trampet'te Oscar'ın üvey babası silik, partiye sonradan girmiş renksiz bir orta sınıf insanıdır; Böll'ün Fotoğrafta Kadın da Vardı'sında (Can Yayınları, 1998) atölyedeki tek bacaklı işçi de pek sevilmeyen ve başka Nazilerin bile hor gördüğü biriydi. Martin Walser (o da askerdir ve bir iddiaya göre 1944'de parti üyesi olmuştur) Bir Pınar Gibi'de (Can Yayınları, 2001) çocukluğuna döndüğünde o da taşranın bu kez Güney Almanya taşrasının hikayesini anlatır. Çocuğun babası Hitler karşıtı olmasına karşın anne parti ütesidir ve kitapta rejimin toplumun en alt birimine sızmasının hikayesi anlatılır. Tüm bu anlatılar rejimin toplumda ne derce olağanlaştığını sergiler ve toplumun görevlerini yapanlardan ibaret olduğunu ve sorumluluğun herkesi kapsadığını da.

 

Görev. – Lenz'in Almanca Dersi'ndeki (Everest Yayınları, 2012) önemsiz polis memurunun şahsında da yine bir sıradan kişilikle karşılaşırız ve görev sapkınlığının dünyasına tanık oluruz. Danimarka sınırındaki ücra bir Kuzey Alman köyünde bir çocuğun gözüyle savaşın geri planı anlatılır. Taşrada neredeyse hiçbir şey olmamaktadır ve her şey uykudadır. Taşra pastoraldır. Köyün tek polisinin görev sapkınlığı dışında. Teneke Trampet ile birlikte dönemi en iyi anlatan iki kitaptan birisidir bu. Birinde çocuk büyümekte ama diğerinde bir türlü büyümemektedir. İlki taşra, diğeri kent. Ama trajedi kente yaklaşıldıkça artmaktadır. Bu tüm Almanya için neredeyse genel bir senaryodur.: Kentlerde ölümcül imha ve taşradaki suskunluk. Kitap, “yalnızca itaat etmeyi bilenler, emir verebilirler”in ardındaki sıradan Alman'ın iç dünyasına dair sorulara yolculuktur: “Fırtınalarda kapıyı çalanın kim olduğunu soruyorum ya da kimin sobadan titrek dumanlar çıkardığını, hastaları neden hor gördüklerini soruyorum ve 'geleceği gören'lere neden ürpertiyle, hatta korkuyla yaklaştıklarını. Karanlığı ve bulanıklığı kimin sağladığını, bataklıkta kabarcıklarla dolu bir çorba pişirenin kim olduğunu, kimin sisi alıp omuzlarına örtüverdiğini, çatı melekleriyle kimin inildediğini, kaynayan tencereyle birlikte ıslık çaldığını, kargaları uçarken kimin tarlaya savurduğunu. Sorular soruyorum. Ve yabancıları neden dışladıklarını, onların desteğini neden küçümsediklerini soruyorum kendime. Neden yolun yarısından geri dönmediklerini ve verdikleri bir kararı değiştirmediklerini soruyorum.(...) Ve bizim oralarda insanların neden geceleri gündüze göre daha derinden bakabildiklerini, daha iyi görebildiklerini soruyorum. Ve neden bir görevin yerine getirlilmesinde böyle hırslı olduklarını. Başkalarıyla kuracakları ilişkilerin yerine geçen suskun oburluklarını, kendilerini her konuda üstün görmeleri, yörelerine ait engin bilgileri: Bunları da soruyorum. Yürüyüşlerini, duruşlarını, bakışlarını ve kelimelerini soruyor, öğrendiklerimden tatmin olmuyorum.” (475)

 

Utanç. – Günter Grass'ın anıları Soğanı Soymak 2006'da basıldığında özellikle Almanya'da büyük gürültü kopartmıştı. Ne de olsa yazar gençliğinde Hitlerjugend (Hitler Gençliği) üyesi olduğunu kabul ettiği gibi savaşta Waffen-SS'de bulunduğunu da açıklamıştı: “Bu kadar mazeret yeter. Yine de onlarca yıl boyunca o sözcüğü ve çift S'yi kendime itiraf etmekten kaçındım. Gençlik yıllarımın budalaca gururu içinde benimsediğim şeyi, savaştan sonra kabaran utancın içinde gizlemek istemiştim. Ama yükü hep içimde kaldı ve hiç kimse hafifletemedi o yükü. Beni sonbahar ve kış ayları boyunca uyuşturan zırhlı piyade eri eğitimi sırasında, daha sonra gün ışığına çıkan o savaş suçlarıyla ilgili hiçbir şey kulağımıza gelmemiş olsa da bunlardan habersiz olduğunu iddia etmek milyonlarca insanın yok edilmesini planlamış, örgütlemiş ve uygulamış olan bir sistemin parçası olduğuma gözlerimi kapamama neden olamazdı. Bilfiil suç ortaklılığı yapmakla suçlanmasam da bugüne kadar gelen bir şey var ki ona ortak sorumluluk deniyor. Bundan sonraki yıllarımı bununla yaşayarak geçireceğim kesin.” (Soğanı Soymak Sf. 99) Utanmakla, mazeretler keşfetme ve olanların sözünü bile etmeme çabası arasında salınan ruh dünyası tüm Almanya'nın ortak paydasıydı.

 

Uygulama. – Ernst von Solomon I. Dünya Savaşı'nın ardından Almanya'nın her yanında biten paramiliter Freikorps gruplarından birinin üyesiydi ve Rathenau suikastine katıldığı için cezaevinde yatmıştı. Yani potansiyel bir Nazi ile karşı karşıyayız. Ama tüm diğer “yoldaşları”nın aksine NSDAP'a üye olmadı. Ernst Jünger ile birlikte “Muhafazakar Devrim” hareketinin sözcülerinden birisiydi ve 1951'de yayınlanan Soruşturma adlı anı-anlatı kitabı okunmayı fazlasıyla hak ediyor. O diğer yazarlar gibi genç değildi, savaş bittiğinde 43 yaşındaydı, Solomon savaş sonunda Naziler ve SS mensuplarıyla birlikte esir kampındadır: “Herkes eğitimliydi ve ben dahil herkes çöküşün karşısında Nasyonal Sosyalizm olgusu karşısında duruduğumuz kadar şaşkın duruyorduk. Herkes savaşın bitmesine içtenlikle seviniyordu, tıpkı herkesin savaşı yine de kaybetmiş olmamız karşısında dehşetler içinde kalışı gibi. (...) Ben dahil herkes Yahudilerin başlarına gelenleri ve toplama kamplarında olan bitenleri büyük bir adilik olarak görüyorduk; ben dahil herkes, olup bitenlerden haberimiz olmamakla birlikte, buna karşı bir şey yapmak zorunda olduğumuzu bilmiyor olmaktan dolayı pişmanlık duyuyorduk. (Soruşturma, Sf. 791) “Ama uygulama açısından hemen hemen hiçbir durumda, insanın kendi görev alanında yer almıyordu. Yalnızca tek tek sektörlere el atıyordu. (...) Bunu kabul etmek zorundayım; tavır samimiydi. Ama tam da bu, her bireyin alanına, vicdan karşısında düşünülebilecek en korkunç kokuşmuşluğun, kötünün iyisini seçme sorunuyla ortaya çıkan kokuşmuşluğun sokulmasından başka hiç bir anlama gelmiyordu.” (Soruşturma, Sf. 916)

 

Miras. – Yeni kuşak bambaşka bir dünyada büyümüş, hemen tüm bilinçli hayatını Amerikancı “Yeni Almanya”da yaşamıştır ve üstelik kolektif sorumluluk onları kapsar görünmemektedir. Geçmişe serinkanlı yaklaşmak da mümkündür artık. Buna rağmen savaş kuşağı arzulanmayan hortlaklar olarak hala orada burada yaşamaya devam etmektedir. Savaş bittiğine henüz bir yaşında olan Bernhard Schlink geçmişi hukuki, ahlaki boyutlarıya sorgular. Geçmiş hala günceldir: “Bu geçmişin mirasçısı olan benim kuşağım, Yahudi katliamının korkunçlukları hakkındaki bu bilgiyle ne yapmalıydı; ne yapmalıdır? Kavranamaz olanı kavrayabileceğimizi sanmamalıyız; karşılaştırılamaz olanı karşılaştırmamalıyız; tartışmamalıyız, çünkü tartışan kişi tüm bu korkunç olayların gerçekliğini kabullendiğinde bile, onları bir iletişimin nesnesi haline getirir ve karşısında ancak dehşet utanç ve suçluluk duygularıyla susulacak bir şey olarak algılamaz. Yalnızca dehşet, utanç ve suçluluk duyarak susmalı mıyız? Nereye kadar? (...) Ama yalnızca birkaç kişi mahkum olacak ve cezalandırılacak ve onları izleyen kuşak olarak bizler, dehşet, utanç ve suçluluk duyguları içinde susacağız: Olması gereken bu muydu?” (Okuyucu, Sf. 93. İletişim, 1997) Dieter Forte hukukla ilgilenmez. O Sırtımdaki Ev ile bir çocuğun gözünden Düseldorf destanı anlatma çabasındadır. Yıkıntının destanını. Nazi terörü, ölümcül bombardıman, açlık ve sıradan insanların gündelik yaşamı. Bu aynı zamanda tüm Alman kentlerinin görüntüsüdür. Savaşın hemen ardından Almanya'nın neye benzediğini de onda görürüz. Miras onun kitabında dramatik bir ağırlıkla konuşur ve bombardıman altında bir kentin hikayesi onu Kurt Vonnegut'un Mezbaha No 5'i ile kardeş kılar.

 

Donukluk. – Bernhard Schlink de, Uwe Timm de başkaları da genel bir uyuşma ve donuklaşmadan söz ederler. Failler uyuşmuş, donuklaşmış ve neredeyse taşlaşmışlardır. Von Solomon'un Yahudi asıllı hayat arkadaşı da Nazi olduğu gerekçesiyle SS'lerle birlikte tutuklanmıştır. Kampta kadınların yıkandığı su kazanlarda ısıtılmaktadır “Başlangıçta ateşçi olarak çalışan iki SS delikanlısının önünden çıplak olarak geçmek bana korkunç gelmişti, ama onlar orada boş ifadelerle ve buz gibi soğuk bakışlarla sanki biz çıplak kadınların daha ötesine bakıyor gibiydiler ve bu başlangıçta çok hoşuma gitmişti, ancak daha sonra içimi tüyler ürpertici bir düşünce kapladı: Kadınlar gaz odalarına götürülürken de onları aynı ifadeyle seyretmiş olmalılardı.” (Soruşturma, Sf. 905.) Trampetlerle, doğa gezileriyle, marşlarla yeni bir dirimlilik sevinciyle büyüyen, sağlık saplantılı bir neslin yürüyüşü imha kamplarında uygulayıcı sıfatıyla sonlandığında donuklaşma da ister istemez gelip yerleşir. Hatta tüm bir kuşakta.

 

Yeni Kurbanlar. – Failler de kendilerini kurban olarak görebilirler. Dünya tarihinin kurbanları. Sorumluluk donukluğun altına gömülür böylece. Nerdeyse Yahudi soykırımı çıkartıldığında 3. Reich döneminde aslında pek de yadırganacak bir şey yoktur! Savaş bittiğinde henüz 5 yaşında olan Uwe Timm, Kardeşimin Gölgesinde (Can Yayınları. Ağustos 2011) adlı anı-anlatısında Waffen-SS'e katılıp Rusya'da ölen ağabeyinin ve babasının şahsında Almanların zihin dünyası üzerine düşünür. İki tavır vardı: Sözünü bile etmemek ve biz bilmiyorduk demek. “Sadece incinmiş değil, aynı zamanada hasta bir nesildi; yaşadığı travmayı gürültülü bir yeniden inşa sürecinde bastırmıştı. Olup bitenler basmakalıp sözler içinde kayboldu: Cani Hitler! Dil, sadece failler tarafından değil, kendileri hakkında 'bir kez daha kurtulduk' diyenler tarafından da alenen kötüye kullanıldı. Böylece bir kurban rolüne büründüler.”(Kardeşimin Gölgesi, Sf. 95) “Tek başarısızlığa uğrayan baba değildi, onunla birlikte bütün 'değerler sistemi' başarısızlığa uğramıştı. Üstelik baba bizzat, diğer pek çokları gibi - direnç göstermiş az sayıdaki kişi dışında, neredeyse herkes – bu değerlerin yıkılmasına katkıda bulunmuştu. Buna verilen tepki, inat ya da bastırmaydı. Israrlı sorular baba tarafından bununla çürütülürdü. Hiçbir fikrin yok. Sen bunu yaşamadın. Ama o yaşamıştı, ağabey. Tüm bunları çekmişti. Kendini kurban etmişti.” (Kardeşimin Gölgesi, Sf. 97)

Susanlarca, deneyim ısrarla mutlaklaştırılır ve yaşanmışlık başlı başına bir değerdir. Belki de tortu değerlerin dışında bir alanda yer alır. Empatinin yokluğu, hatta kişinin kendine karşı bile empatinin yokluğu; yargının askıya alınışı da ortak bir ruh halidir. Olanlar karşısında kışla onuruna saklanarak sertleşmek ve bu anlamda sabitleşip donuklaşmak; görevin ve emirlerin sorgulanmazlığına sığınmak sıradanlaşmıştır.

 

Ahlak. – Hannah Ardent, Eichmann davasını tartışırken kötülüğü de sorgular: "Bağışlarken aslında affedilen, suç değil kişidir. Köksüz bir kötülükte, ortada affedilecek bir kişilik kalmamıştır." Ahlak bireyin tekilliği ile ilgilidir. Kendine karşı dürüst olmaktır. Onunla yaşanamayacak, hatırlamaya dayanılamayacak hiçbir şeyi yapmamaktır. Kişiliksizlik, donuklaşmak, sorumluluğu reddediş sarmalındaki suskunluk ve biteviye bir inkardır. Söz konusu olan suskunluğun derinliğe dönük imaları değildir. Kapalı dudakların gerisinde kimse kalmamıştır.

Kalan. – Tüm bunlardan geriye kalan, akıntının götürdüğü yöne gitmemekte direnenlerin hikayeleridir. Hikayeler, ahlakın tam da bir başına kalındığında sorumluluğu üstlenmek ve doğru davranmak olduğunu hatırlatır bize. Toplumun tüm sarhoşluğuna karşın “başka türlü tutum almak da mümkündü”yü hatırlatır. Grass anılarında “bizböyleşeyyapmayız” diyerek eline silah almamakta direnen ve bu yüzden de tutuklanıp kaybolan bir Yehova Şahidi'ni anlatır. Dieter Forte Düseldorf'ta savaş esirlerine yardımı, asker kaçaklarını saklayanları, savaş esirlerinin ailelerine haber ulaştırmaya çalışarak hayatını tehlikeye atan sıradan insanları da anlatır. Peter Weiss baskıcı rejim altında kişinin kendini var edebilmesinin de direnişin parçası olduğunu anlatır.

Görevini yapanlara kalan taşlaşmak, direnenlere kalansa kendileridir.

 

 

bottom of page