top of page

Tinsel Hisar

Heine, Almanya ve Romantizm üzerine

Ömer F Oyal

 

Klasikler onca yılın ötesinden bugünümüzü daha da iyi anlamamızı sağlayacak cümleleri fısıldarlar. Bilinmeyen bir zamana fırlatılan mektupların berrak cümleleriyle öylece kalırız. Hatta bazen kafa karışıklıklarımıza merhem olup bizi gülümsetenlere bile rastlayabiliriz. Ne de olsa geçen onca zamana karşın henüz insanın ruh dünyasında değişen fazlaca bir şey yoktur. Heinrich Heine Romantik Okul'u 1835 yılında yazmıştı ve bu kitap Alman edebiyatının, Alman ruh halinin o günlerine dair en eleştirel eserlerden birisi olma niteliğini halen koruyor.

Heine'nin yaşamı bir Almanya ve Almanlık eleştirisi olduğu kadar bir özgürlük çağrısıydı da. Heine neredeyse yaşamının sonuna kadar başka bir Almanya'nın mümkün olduğunda ısrar etmesine karşın Almanların tabiatlarına ilişkin de hiç hayalci değildi ve Almanya'daki maddecilik karşıtı tinsel kalkışmayı şu sözlerle özetliyordu: “Sanki tin, Ren'in batı yakasında uğradığı aşağılanmanın öcünü Ren'in öte yakasında almaya çalışıyordu. Tin Fransa'da yadsındığında o da hemen Almanya'ya göç etti ve orada maddeyi yadsıdı.”

Heine, Romantik Okul'u kaleme aldığında Athanaeum'un yayınının kesilmesinin üzerinden 35 yıl geçmişti ama Romantiklerin Alman tini üzerindeki etkisi henüz sürmekteydi. Üstelik daha sonraları gelen pek çok yazar ve düşünürün Schlegel Kardeşler'in mirası üzerinden yürüdüğünü söylemek de abartı olmayacak. Romantik Okul'un henüz söz konusu herkes hayattayken yazılmış oluşunun da ayrı bir sıcaklığı var. Kitap yine o yılların canlı tanıklığı olan iki önemli kitabın ortasında bir yerde duruyor: Germaine de Staël, Almanya'ya Dair (1813) ve Goethe, Yaşamımdan Şiir ve Hakikat (kitabın son bölümü 1834'de ölümünden sonra basılmıştı). Germanie de Staël'in Schlegel kardeşlerle dostluğu ve yakınlığı biliniyor o nedenle Almanya kültür hayatına dair izlenimlerini aktardığı kitabından romantiklere sempatiyle yaklaşması anlaşılabilir. Öbür yandan Goethe'nin soğuk ve mesafeli anıları daha çok kendisini merkez alır. Zaten Goethe de neredeyse sadece kendisini önemser. Heine'yi ise tüm tarafları sözünü sakınmadan eleştirirken görürüz. Zaten Heine'nin lafını sakındığı da, alaycılığını engellemeye çalıştığı da pek görülmemiştir. O yatalak geçirdiği son yıllarında bile “Bastonla yürüyebilseydim kiliseye, bastonsuz yürüyebilseydim geneleve giderdim” diyebilen birisiydi.

 

Fransız rüzgarı

 

Bugün yapıtlarını hâlâ okumakta olduğumuz pek çok Alman düşünür ve yazarı için Fransız devrimi bir kutup noktası, tarihin seyrinin değiştiği bir dönüm noktası olagelmiştir. Fransız Devrimi'nin ilkeleri yeni bir çağın müjdecisiydi. Devrim, Almanya'nın nefes almasını sağlayacak, prensliklerin ve kilisenin zorbalığını, baskıyı ortadan kaldıracak ve ülkeye taze hava taşıyacaktı. Hegel, Schelling ve Hölderlin üniversite öğrencisi olarak aynı evde yaşadıkları günlerde devrim ilkelerini ülkelerine taşıyacak bir program üzerine kafa patlatıyorlardı. Kimsenin o evde yaşamak istemeyeceğini tahmin edersiniz. Tabii devrimin ardından gelen terör dalgası önce muhafazakarlar arasında sonra da liberaller arasında bir tedirginliğe yol açtı ama arkadan daha da fecisi geliyordu: İşgal. Gericilik dönemleri devrimci dönemlerden çok daha uzun sürerler.

Napoleon Avrupa haritasını radikal biçimde değiştirip önce küçük Alman prensliklerini ve ardından da Prusya'yı işgal ettiğinde herkes bir ikilemin içine, işgalci Fransız ordusunun baskısıyla yayılan Fransız Devrimi ilkeleri ile Fransız düşmanı gerici prensliklerin Alman yurtseverliğinin tırmanışı arasına sıkışıverdi. Fransız işgalinin ardından ülke inanç, kimlik, kültür ve toplum alanlarının hepsinde birden büyük bir krize sürüklenmişti. Almanya'daki özgürlük ideallerinin doğrudan Fransız işgalcilerle bağlantılandırılması ve her türden gericiliğin yurtseverlik kisvesine bürünmüş oluşu ülke tarihinin en büyük dramlarından birisi olarak kalacaktır.

Napoleon dönemi sonrasındaki Almanya 1844 Mart Devrimlerine kadar genellikle devrimin devrimci kazanımların, özgürlükçü atılımın geri çekilişiyle tanımlanır. Heine'ye göre Fransız işgaline karşı yükselen Alman yurtseverliği kendi içine kapalı bir dünyaya, bir tür içselliğe, yerelciliğe işaret eder. Mevut zamandan koşar adım geçmişe ya da ölüme veya hortlaklar dünyasına doğru kaçılır: “Tanrı, kar ve Kazaklar Napoleon'un en iyi kuvvetlerini bozguna uğrattığında biz Almanlar en yüksek yerden yabancı boyunduruğundan kurtulma emrini aldık ve gereğinden fazla katlandığımız köleliğe erkekçe bir öfkeyle parladık. Körner'in şarkılarının güzel ezgileri ve kötü sözleriyle coştuk ve özgürlük için savaştık; çünkü biz prenslerimizin emretmiş olduğu her şeyi yaparız... Hatta en yüksek kişiler bile şimdi Alman ulusundan, ortak Alman anayurdundan, Hıristiyan-Cermen boylarının birleşmesinden, Almanya'nın birleşmesinden söz ediyorlardı. Bize yurtsever olmamız emredildi, biz de yurtsever olduk, çünkü biz prenslerimizin emrettiği her şeyi yaparız.”

Napolyon yenilip Alman devletleri işgalden kurtulduklarında da Napoleon'a ilişkin tartışmalar hız kesmedi. Heine, Napolyon'u hem devrimi, hem de karşı devrimi bünyesinde bulunduran olağanüstü bir kişilik olarak görüyordu. Bu dönemin önemli kafaları için Fransa hâlâ önemli bir odaktı. Öyle ki zamanla Prusya'nın meşrulaştırıcısı haline gelen Hegel bile ileri yaşlarında nihayet Fransa'yı ziyaret ettiğinde devrimin önemli yerlerini görüp kendisinden beklenmeyecek biçimde duygulanarak gençlik demlerini hatırlayacaktır. Fransız devrimi ve Napoleon o kuşakların gençliğidir ve 1800'lerin Alman kültür dünyası Fransız Devrimi ve Napoleon rüzgarı hesaba katılmaksızın kavranamaz. Heine bu rüzgarın altında Fransız Devrimi ve Aydınlanma ruhunun bayraktarlığını yapmakta ısrarlıdır: “Toprağı ölçtük, doğanın güçlerini tarttık sanayinin araçlarını hesapladık ve bakın ne bulduk: Bu dünya yeterince büyüktür, herkese üzerine mutluluğunu inşa edeceği bir kulübeye yetecek kadar alan sağlar, eğer hepimiz çalışırsak ve kimse bakasının mutluluğu pahasına yaşamak istemezse bu dünya hepimizi uygun biçimde besleyebilir, büyük ve yoksul sınıfa göğü göstermek zorunda da değiliz.”

 

Kargaşa ve yaratıcılık

 

Heine 1819'da Bonn'da hukuk eğitimine başladığında Kant öleli 15 yıl olmuştu. Schopenhauer'in İsteme ve Tasarım Olarak Dünya'sı o yıl basılmıştı, kitap hiçbir yankı yaratmamıştı ve Schopenhauer İtalya seyahatinden bir banka iflası nedeniyle apar topar geri dönüyordu. Beethoven, Hegel ve Goethe henüz yaşıyorlardı. Dokuzuncu Senfoni'nin ilk icrası beş yıl sonra yapılacaktı. Tinin Fenomenolojisi yazlalı 12 yıl, Faust I yazılalı 13 yıl olmuştu. Marks henüz bir yaşındaydı ve Napolyon Rusya'da yenileli 7 yıl olmuştu. Yani sonraki iki yüzyıla damgasını vuran Alman yaratıcılık infilakının tam ortasından söz ediyoruz. Müzik, felsefe ve edebiyat alanlarında derin bir kopuş yaşanıyordu ama Almanya henüz prensliklerin otoriter ve bağnaz yönetiminden, toprak soylularının ve taşranın hakimiyetinden kopamıyordu. Ülke devasa bir taşra görünümündeydi ve her türden arayış derin bir siyasal ve toplumsal bunalımın eşliğinde yaşamaktaydı.

Kuşkusuz “Almanya” tanımının o yıllar için ne ifade ettiği de epeyce belirsiz. Prusya, Avusturya ve Fransa'nın tâbiyeti altında veya müttefiki olan onlarca özerk devlet ve bağımsız şehre sahip ülkede siyasal durum da, ülkenin ruh hali de alabildiğine karmaşıktı. O dönem Almanya'nın ruhunun ne olduğu tartışması her yanı sarmıştı, bu bir kendini tanımlama çabasıydı zira “Almanlık” da bir idealden ibaretti. Ülke “milliyetçi narsizm bataklığında biranın kalınlaştırdığı eski Teutonik sesler”le çalkalanıyordu. Napoleon sonrası Alman yurtseverliği hem mutlak monarşiye karşı liberal hem de Aydınlanmacılık karşıtı ve etnik saflıkçıydı: “Fransız yurtseverliği onun yüreğini ısıtır, yüreği bu sıcaklıkta genleşir, genişler, öyle ki artık sadece en yakınlarınındakileri değil, bütün Fransa'yı, bütün uygarlık ülkesini sevgiyle sarar. Alman'ın yurtseverliğiyse onun yüreğini daraltır, yüreği soğukta kalmış deri gibi çeker, yabancıdan nefret eder, artık dünya yurttaşı değil, Avrupalı değil, artık sadece kuru bir Alman olmak ister.”

Heine zehir dilli bir Aydınlanma yanlısı olarak Romantik harekete şiddetle karşıydı, yaşamının büyük kısmı muhafazakarlarla, Aydınlanma karşıtlarıyla tartışmakla, Alman kimliğinin yeniden ve Aydınlanmacı bir çizgide tanımlanması çabasıyla geçti. Sivri dilli bir Yahudi olarak rahat edebilmesi de kolay değildi. Ülkede Lessing'in, Mendelson'un, Kant'ın zihin dünyasına son derece aykırı bir iklim hüküm sürdüğü ortadadır: “Burada Jahn'ın sistemli hale getirdiği ideal vahşiliği görüyoruz. Onunla birlikte, Almanya'nın ortaya koymuş olduğu en büyük ve en kutsal tavra yani insanlığa, insanın evrensel kardeşliğine, en büyük kafalarımızın, Lessing'in, Herder'in, Schiller'in, Goethe'nin, Jean Paul'ün, Almanya'daki okumuşların hepsinin her zaman yücelttikleri dünya yurttaşlığına karşı, hırpani, yontulmamış, yıkanmamış bir düşmanlık başladı.”

 

Özgürlükçülük ve züppelik

 

Feuchtwagner, Heine'nin bir soğan gibi soyulabileceğini, her katmanın altında başka bir katman bulunabileceğini söyler. O hem derinlemesine bir Alman ve hem de derinlemesine bir Yahudidir. Otantik bir Almanya sevgisi ve “Almanlık” kavramına düşmanlık; Yahudilik bilinci ve eleştirisi birbirleri ile adeta kaynaşmış haldedirler. Heine bir ara Yahudilerin ve Almanların Almanya'yı ruhaniliğin kalesi yapabilecek iki ahlaki halk olduklarını bile söylemişti. Ama öbür yandan Yahudilerin kurumsal din denilen belayı Avrupa'ya taşıdıklarını da söyleyebiliyordu. Alman dili ise “kötü niyet ve delilik yüzünden kendilerinden bir anayurt esirgenenler için bile” bir servetti. Alman diline hayranlığı her şeye rağmen eksilmedi ve “Almanlık” sorununu her türden aşağılanmaya rağmen içeriden yaşamaya devam etti: “Yahudilerin yeni Alman vatanseverliğine katkısı küçük bira bardağı”dır. Bu anlamda dile hayranlık çok sonraki kuşaklar için bile bir öncüdür. Nazi rejiminden kaçıp Amerika'ya göçen Alman Yahudilerinin tüm olanlara rağmen bir araya geldiklerinde Almanca konuşarak vatan hasretini gidermelerine benzer bir ruh haliydi bu da.

Heine pek çok benzeri gibi 1825 yılında Protestanlığa geçerek vaftiz olmayı tercih etti. Vaftiz olmak o dönem devlette memuriyet için olmazsa olmaz bir koşuldu. “Diş çektirmek, din değiştirmekten daha acı verici” gibi alaycı sözlerine rağmen bu kararın yarattığı vicdan ikilemini Heine yaşamı boyunca taşıdı. Unutmayalım ki dönemin pek çok yazarı devlet memurudur: Novalis, Tieck, Goethe. Uhland, Schiller, Rückert, Schleger, ya üniversitede öğretim görevlisi ya da kütüphaneciydiler. Heine'nin din değiştirmesine rağmen bildik üslubuyla ve siyasal görüşleriyle birlikte üniversitelerde bir iş bulamaması şaşırtıcı olmayacaktır. Böylece daimi bir geçinme sıkıntısı içinde yaşadığını söyleyebiliriz. Bu durumda da Heine elbette ki gezmeyi ve özgürlük için çağrılar yayınlamayı tercih etti: “Zamanımızın en büyük görevi nedir? Özgürleşmedir. Sadece İrlandalıların, Frankfurt Yahudilerinin, Batı Hint Siyahlarının veya ezilen toplulukların değil; başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın özgürleşmesi. Özgürleşme reşit olma yaşına geldi ve kendini ayrıcalıkların ve aristokrasinin demir yularından kurtarmaya çalışıyor.”

Düzenli bir işi olmamasına ve belki de bu yüzden sürekli gezinmesine rağmen 1827'de Şarkılar Kitabı ile Alman şiirine damgasını vurmayı da başararak Geothe'den sonra en çok tanınıp sevilen Alman şairi oluverdi. Karl Kraus çok sonraları Heine'nin dildeki serbestliğini eleştirmekten geri kalmamıştır: “O Alman dili üzerindeki tüm vücudu zapteden korseyi çıkardı, öyle ki artık her küçük tezgahtar göğüslerini okşamaya yetkili olduğunu düşündü”. Heine'nin şiirleri acıklı olmadıkları gibi kutsallık, karanlık ve yücelik gibi bildik Alman temalarından olabildiğinde uzaktırlar. Ancak karanlığın derin olabileceği yolundaki Alman saplantısı Heine'de ilga edilmiştir. Heine Aristofanes'e benzetilen mizahıyla birlikte canlı ve yaşayan Alman ruhunu yansıtmayı başarmış olmalı ki 4 binden bazla şiiri bestelendi. Bu rakam Goethe'nin bestelenen şiirlerinin iki katıdır.

Böyle bir kişiliğin o dönemin Almanya'sında resmi makamların gözüne batmaması olanaksızdır. Gerçi Heine ve dostu Börne Alman özgürlükçü reformunun sözcüleri olarak göze batmak için ellerinden geleni de yapmaktaydılar. İkisi genç Almanya'nın öncü ruhunu temsil etmekteydiler. Heine, özgürlük yanlısı olmasa bile züppeliği ve ukalalığı ile zaten göze batacak birisidir. İğneleyici ve alaycıydı; zehirli cümleler kullanırdı ve kindardı; nükteli ve eğlendiriciydi; moda takipçisiydi ve güzel giyinirdi; Spinoza'nın “inançızlık kardeşi”ydi; alkol ve tütünün düşmanıydı. Böylelikle yazıları Avusturya ve Ren bölgesinden başlamak üzere neredeyse kademeli biçimde tüm Alman dilli bölgelerde yasaklanmaya başladı. Durmaksızın kovuşturmalara uğradı, polis gözetimi altında yaşamaya başladı. Parasızlık, işsizlik, Yahudi kimliği ile aşağılanıp durmak ve daimi bir soruşturma çemberi içinde yaşamak, en kararlı kişileri bile zaman zaman yıldırıp, bıkkınlığa sürükleyebilir: “Ben bu mücadeleden yoruldum ve dinlenmeye ihtiyacım var. O kadar insan varken benim sakin yaşantımdan kaldırılıp sansürcülerle ve polisle takışıp durmam ne tuhaf.. Ve sıradan Almanı bin yıllık kış uykusundan uyandırmamın... bana ne yararı oldu? O sadece bir anlığına gözlerini açıp kırpıyor ve sonra tekrar kapatıyor, esnemeleri sadece horultusunun sesini arttırıyor. Nerede dinlenecek bir yer bulabilirim? Benim de bir Alman gece başlığı bulup başımdan kulaklarıma kadar çekmem gerek. Almanya'da bu mümkün değil, her an polis gelebilir ve gerçekten uyuyup uyumadığımı kontrol etmek için beni dürtebilir.”

Sonunda baskılardan usanıp bir gazetenin Paris muhabirliği teklifini seve seve kabul etti. 1831 yılında Paris'e göç edişi bile bir gezinti havasında oldu. Fransız Devrimi'nin ve Napoleon'un yadigarları ile dolu olan şehre ulaştığında ise artık rahatça nefes alıp verebileceği özgürlük başkentine kavuşmuştu: “Deliliğin, ateşli kâbusların ve ruhlar dünyasının tüm dehşetini biz Almanlara bırakın. Almanya ihtiyar cadılar, ölmüş ayı postları, her türden Golemler ve özellikle Cornelius Nepos gibi feldmareşaller için çok daha verimli bir topraktır. Böyle hayaletler ancak Ren'in öte yakasında yetişebilir ama asla Fransa'da değil. Buraya gelirken hayaletlerim Fransız sınırına kadar bana eşlik ettiler. Sınıra gelince hüzünle vedalaştılar benimle. Çünkü üç renkli bayrağın görüntüsü her türden hayaleti kaçırıyor.”

Bir mektupta da Paris'teki Heine'den şöyle söz ediliyor: “O son derece mutlu ve anlaşılabilir bir şekilde de Almanya'yı hiç özlemiyor.” Heine artık ölene kadar Paris'te yaşayacak ve zehirli yazılarına devam edecektir. Böylece de Prusya sınırındaki arananlar listesinde uzun süre kalacak, eserleri yasaklılar listesinin en başındaki yerini uzun süre koruyacak, yaklaşık yüz yıl sonra bile Nazi Almanya'sında da yakılacak kitaplar kervanının başlarında yer alacaktır. İspanya'daki Emevilere yapılan zulmü anlattığı Almansor (El Mansur) adlı oyunu yüz yıl sonrasının kehaneti gibiydi: “Bir yerde eğer kitap yakarlarsa, nihayetinde orada insan da yakacaklardır.”

Artık Heine'nin Almanya ziyaretleri yasaklı koşullarda yapılmak zorundaydı. Almanya: Bir Kış Masalı (1842) adlı ünlü kitabı Belçika sınırından, Hamburg'a hayali bir yolculuğun tasviriydi. İronik ve katı bir tasviri. Almanya'ya dair düşünceleri alabildiğine karanlık olmasına rağmen yine de memleket hasreti kendini hissettirmektedir:

“Mavi dumana hasrettim,
Alman bacalarından tüten,
Aşağı Sakson bülbülüne hasrettim,
Sessiz gürgen ormanlarında öten.

Hatta öyle yerlere hasrettim,
Ki oralarda acı çekmiştim,
Gençliğimdeki hacı çekmiştim
Ve dikenden de tacı çekmiştim.

Tam orada ağlamak istiyordum,
En acılı gözyaşlarımı döktüğüm yerde –
Vatan aşkı diyorlar sanırım,
Bu salakça hasrete.

Pek severek bahsetmem bundan;
Aslında bir hastalık bu.
Saklarım utancımdan,
Yaramı hep toplumdan.”

Heine'nin yazıları geleceğe ilişkin karanlık kehanetlerle de doludur: “Almanya'da öyle bir dram harekete geçecek ki, Fransız devrimi bile yanında zararsız bir köy yaşamı gibi kalacak. Hristiyanlık Almanların savaşçı şevkini bir süre için dizginledi, fakat ortadan kaldırmadı, dizginleyici tılsım paramparça olunca vahşet tekrar tırmanışa geçecek. Alman gök gürültüsü... başlangıç aşamasında yavaşça yuvarlanıyor, fakat gelecek. Ve dünya tarihinde hiç olmadığı kadar gürlediğinde, bilin ki Alman gök gürültüsü artık hedefine varmıştır.” (1834)

1844 Devrimlerinin Heine'ye umut verdiği doğrudur, özellikle bu dönem yazdığı Silezyalı Dokumacılar şiirinden ve Heine'nin düşüncelerinden Marks bir kaç yerde sitayişle söz eder. Ama Heine'nin Komünizme ilişkin öngörüleri de karanlıktı: “Komünizm, unutulmuş tavan aralarında, berbat saman yığınlarında anlamsız bir yaşam sürer halde olmasına ve bugün için hakkında az konuşulmasına rağmen, yine de modern trajedide belki geçici fakat büyük bir rol üstlenecek güçlü bir kahramandır... O zaman demir çubuğu olan tek bir çoban olacak ve herkesin aynı şekilde kırkıldığı ve aynı şekilde melediği tek bir insan sürüsü olacaktır... önümüzde kasvetli zamanlar beliriyor... Torunlarımıza çok kalın derilerle doğmalarını öneririm.” (1842)

 

Kültür ortamları

 

Heine daha en başlardan itibaren gericilik dönemlerine özgü kılı kırk yaran, oturaklı, kendinden emin apolitik kültürel ortamdan rahatsızdı ve yine daha baştan itibaren Almanya'da serpilen edebiyatla sorunları vardı: “Gerçekten, siyasetin en derin bölgelerine dalmadan en yeni Alman edebiyatımızı tartışmanın yolu yoktur.” Çıkan sayısız edebiyat ve tiyatro eleştirisi dergisinin gerçek bir değeri olmadığında ısrarcıydı. Alman düşünce dünyası klasiklerin bitip tükenmeyen yorumlarından, geçmişe göndermeler yapıp duran yavan eserlerden, tiyatro kuramlarından, türlü çeşitli felsefelerden geçilmiyordu. Kuşkusuz yurtseverlik ve tin infilakı suyu daha da bulanıklaştırmaktadır: “Klasik sanat sadece sonlu olanı ortaya koyuyordu, onun biçimleri de sanatçının fikriyle özdeş olabilirdi. Romantik sanatsa sonsuz olanı ve bütünüyle tinsel ilişkileri ortaya koymaya, daha doğrusu bunlara işaret etmeye çalışıyordu. Bu nedenle geleneksel simgelerden daha doğrusu alegorilerden oluşan bir dizgeye başvurdu.” Böylece tinsellik, duyusallığa dönüştürülmeye, elle tutulur gözle görülür kılınmaya çalışılıyor ve bu ifade gayreti çılgınlığa, mantıksızlığa kadar uzanıyordu. Böylece “aptallık ve bayağılık tıpkı masallardaki kurbağa gibi şiştikçe şişti.”

O dönemin Alman edebiyat dünyası salon edebiyatından, Goethe'nin izleyicilerinden ve 1800'lerin başlarında serpilen Romantizm takipçilerinden oluşuyordu. Goethe merkezdeydi ve kendini herkesten ayrı tutarak mukayese edilemezlik tahtına kurulmasını becermişti. Goethe tarafından onaylanmak mertebe atlamaktı. Goethe'nin bir ulaşılmazlık halesiyle çevrili olduğu bu dünyada Heine'nin oklarını Goethe'den çok Romantik akıma yönelttiği doğrudur. Onun esas kahramanları Lessig ve Schiller'di ve her şeye rağmen Heine Goethe'yi eleştirmekten de geri durmayacaktır: “Goethe yüksek soylu sınıfını aşağılayıp “üçüncü sınıf”ı [kentiler ve köylüler] yücelten XI. Louis'ye benzer. Bu çok rezil bir durumdu, Goethe ayakları üzerinde duran özgün yazarlardan korkardı ve bütün önemsiz küçük zihinleri göklere çıkararak överdi, bunu o kadar ileri götürmüştü ki, sonunda Goethe tarafından övülmüş olmak vasatlık belgesi olarak görülür oldu.” Heine bu satırları yazdığında Goethe üç yıldır sonsuzluklar alemini tadıyordu ve bu satırlar büyük üstadın ardından neredeyse sıcağı sıcağına yazılmışlar diyebiliriz. Heine'nin Goethe'ye başlıca ithamı eyleme götürmeyen kısırlıktır. Sözlerin eyleme yol açmayan, uyuşturucu etkisi ve siyasi özgürlüğe ket vuran sanat anlayışıydı. Bu yanıyla Goethe'nin eserleri Romantiklerin yarattıkları etkinin başka bir versiyonu olmaktan kaçınamamıştır. Heine Goethe'ye karşı eylemi kutsayan Schiller'in tarafını tutuyordu ki Goethe-Schiller karşılaştırması o dönem Almanya'daki en hararetli tartışma konularından birisidir. Goethe'nin eserleri: “Bir bahçeyi süsleyen güzel heykeller gibi değerli vatanımızı süslüyorlar, ama sadece heykeller. Onlara aşık olabilirsiniz, ama verimsizdirler. Goethe'nin şiiri, Schiller'inkiler gibi eyleme yol açmazlar. Eylem sözün çocuğudur, Goethe'nin güzel sözlerininse çocuğu olmamıştır. Bu sadece sanat aracılığı ile üretilen her şeyin lanetidir.” Tüm Almanlarca kutsanan Faust'ta tensel dünyanın simgesinin Mefistofeles olması Heine'ye göre Hıristiyan öğretinin bir devamıydı ve bu haliyle de Aydınlanma ideallerine zıttı.

Bu dönem bilindiği gibi Alman düşüncesinde de yıldızların parladığı yıllardır. Yıldızların bazıları hâlâ ışıldıyor bazılarıysa çoktan sönüp gittiler. Fransızların Almanların metafizik sistemler yaratıp durmalarına hep bir alaycılıkla baktıkları doğrudur. Belki de bütünlüklü bir sistem yaratma çabası yaşanılan dünyanın hızla tanınmaz, anlaşılmaz, anlamlandırılamaz hale gelişinden kaynaklanıyordur. Nerede bir dağılma varsa orada toparlama ve anlamlandırma çabası canhıraş bir nitelik kazanır. Hegel'in Tinin Fenomenolojisi'ni Jena'da Napolyon'un toplarının sesleri altında yazdığına dair bir efsane vardır ve dünya ne denli savruluyorsa bilinç o derece toparlanma ve yeni bir gerçeklik yaratma peşindedir. Heine'ye göre Alman felsefesi eskiden de pusluydu ama zararsız ve iktidar odaklarından bağımsızdı. Oysa bağımsızlıktan sonra bu nitelik de yitirilmiş ve felsefe iktidarı meşrulaştırmaya koşulmuştur: “Yoksul ve yaşamdan el çekmiş önceki filozoflarımız sefil tavan aralarına sıkışıp sistemlerini kurarlarken şimdiki filozoflarımız iktidarın gösterişli üniformasını giyiyorlar, devlet filozofları haline geldiler ve iş buldukları devletin tüm çıkarlarını meşrulaştırmak için çalışıyorlar. Örneğin Protestan Berlin'deki Profesör Hegel Protestan dogmasını tüm sistemine katarken Katolik Münih'teki Profesör Schelling de şimdi derslerinde Roma Katolik Havari Kilisesinin en ölçüsüz öğretilerini meşrulaştırıyor.”

 

Coşkunun sakıncaları

 

Alman Romantizminin başlangıcı 1798 – 1800 yılları arasında altı sayı çıkan Athanaeum adlı dergiye, o yılların Jena şehrine ve elbette Schlegel Kardeşlere bağlanır. Kimilerine göre bu “Erken Romantizm” dönemidir. Alman romantizmine ilişkin tartışmaların neredeyse ikiyüz yıl sonra hâlâ güncelliğini koruyor oluşu kuşkusuz ona yol açan ruh hallerinin devamlılığı ile de bağlantılı. Erken Romantizmin başlıca ifade biçimi olan fragman da Ren'i geçerek Fransa'dan Almanya'ya gelmişti ve uzun yıllar orada ikamet edecek, fragman tarzının gerekçeleri sayısız metinle kuramlaştırılacaktır. Athanaeum'daki temel fragmanların geçtiğimiz aylarda Türkçede de basıldığını geçerken belirtelim. Lacoue-Labarthe ve Jean Luc Nancy'in hazırladıkları Ebedi Mutlak'tan o ilk dönemlerin havasını da alabiliyoruz.

Romantik akım bilindiği gibi Aydınlanmanın tam tersi bir ruh dünyasına sahiptir: Bilinebilirlerin değil bilinmezlerin odağa konulması. Romantik akımın daha ilk yıllarında bile bir bilinmezlik ve tanımsızlık sorunu mevcuttu. Bunu akımın beyni Friedrich Schlegel, kardeşi August'a yazdığı bir mektupta gayet ironik biçimde izah eder: “Sana Romantik kelimesi açıklamamı gönderemeyeceğim çünkü 125 sayfa ediyor.” Tanımsızlığın zamanları ve konjoktürleri aşan bir gücü olduğunu da kabul etmek zorundayız.

Buna karşın bildiğimiz gibi Romantizmi tanımlamaya çalışanların sayılarında bir eksilme olmadı. Hatta aradan geçen ikiyüz yılda tanım durmaksızın yeni verilerle ve içinde bulunulan zamanla bağlantılı olarak değişip durdu. Toplumu dönüştürmekten çok geçmişin parlatılması, zamanları aşan değerlerin yüceltilmesi, Aydınlanma ve Fransa düşmanlığı, edebi yaratının tin ile ilişkisinin ve yeni bir tanrısallığın inşası çabası gibi çok yönlü bir ruh durumundan söz ediyoruz burada.

Tabii Alman Romantizminin ülkeye özgü koşullarda serpilişini de gözardı edemeyiz. Romantik akım genellikle sanayileşme toplumuna bir tepki olarak görülür ama bu biraz tartışmalı. En azından başlangıç yıllarına bakıldığında tartışmalı. Zira 1700'lerin sonlarında Almanya sanayileşmekten epeyce uzaktı. Henüz bir tarım ve ticaret ülkesiydi ve yine 1800'lerin ikinci yarısından sonraki muazzam ekonomik patlama hayal edilebilmekten uzaktı. Fakat İngiltere ve Fransa'nın “bozucu” etkilerinin, toplumları altüst eden sanayileşme ve devrim haberlerinin Jena'ya da ulaştığını tahmin etmek zor değil. Böylece Romantizm Fransa ve İngiltere'de yaşananların Alman topraklarına sirayet etmesini engellemeye çabalayan, maddeciliği durduran tinsel bir hisar olmalıydı. Ortaçağ'dan kalma yıkık hisar ve şatoların gözde bir esin kaynağı haline gelişi, bu mekanlara yapılan gezintiler dönemin favori etkinliklerindendi. Heine de Romantizmi daha çok yurtseverliğin bir türü olarak değerlendirme eğilimindedir: “Bu okul dönemin akıntısıyla aynı yönde yüzüyordu, yani kaynağına geri dönen akıntıyla. Sonunda Alman yurtseverliği ve Alman ulusal kimliği bütünüyle galip geldiğinde, ulusçu Cermen Hıristiyan Romantizm okulu, yani 'yeni Alman – dindar – yurtsever sanat' da nihai zaferini kazandı.”

Oysa romantikler ilk yıllarında toplum geneli ve hele de muhafazakar kitle için oldukça ayrıksı kişiliklerdi. Özellikle Jena döneminde Scheleger kardeşlerin çevresindeki aşk ve yaşam biçimi skandalları Katolik olsun Protestan olsun muhafazakarların uzaktan çatık gözlerle izledikleri gelişmelerdi. Bazıları Romantikleri Avrupa'nın ilk avangart grubu olarak görüyorlar ki bunda haklılık payı da yok değil: Küçük bir üniversite şehrinde birkaç eve dağılmış, sürekli toplanıp tartışan ya da birbirlerine düşüncelerini uzun uzadıya açıklayan mektuplar yazan bir avuç genç.

Bu fırtınalı gençlik dönemlerinin ardından Romantik akım çevresindekilerin Katolikliğe dönmeleri bir anlamda anlaşılır. Yeni bir tinsellik arama gayretlerinin, yeni din arama çabalarının sonucunda haliyle bildik muhafazakarlığa döndüler. Doğuştan Protestan olan Romantikler bile kapağı Katolik kilisesine attılar. Yeni bir din aramalarına gerek yoktu, zaten otantik Katoliklik Ortaçağ şiirselliği ile birlikte aradıkları hemen her şeyi sunan bir cephanelikti: “Bizim şiirimiz diyordu Schlegel Kardeşler, eskimiş, ilham perimiz elinde örekesiyle bir kocakarı, Eros'umuz sarışın bir çocuk değil, aksine gri saçlı pörsümüş bir cüce, hislerimiz sönmüş, hayal gücümüz kurumuş. Tazelenmemiz gerek. Ortaçağ'ın naif basit şiirinin tıkanmış kaynaklarını yeniden aramamız gerek, gençlik iksiri orada karşımızda kaynıyor. Kurumuş kalmış halk da bunu ikinci kez söyletmedi; özellikle de Prusya kumlarında yaşayan zavallı kurumuş gırtlaklar, tekrar çiçek açmak ve gençleşmek istiyorlardı. Böylece bu mucize kaynaklarına akın ettiler.”

Coşkunun sakıncaları de böylece belirmeye başlar. Toplumu gençleşmek isterken bebeğe dönüştüren bir büyüdür coşku ve “akıl da eşeğiyle birlikte istemeden onu izlemek zorundadır her zaman.” Don Quijote'deki akl-ı selimi temsil eden zavallı uşağın kendini Ortaçağ hayallerine kaptırmış efendisinin peşinde perişan oluşuna geliyoruz buradan. Aklın daima zıvanadan çıkmış coşkuya yenik düşmesindeki trajik hakikate. Heine'ye göre bu roman baştan başa Ortaçağ özentisinin eleştirisiydi ve bu romandan sonra İspanya'da şövalye romanı yazılmadı!

Yine de Almanya'da mevcut dağınıklığın ve aşağılanmışlığın yarattığı bir tinsel toparlanma ve tinsel kapanma arzusu her şeyin önünde geliyordu. O nedenle şövalye romanları mirasını Alman edebiyatının kapması şaşırtıcı değildi. Hem prensler de bunu istiyordu, üstelik; “Almanlar kadar yöneticilerine bağlı başka bir halk yoktur. Ülkenin savaş ve yabancı egemenliği nedeniyle içine girdiği o üzücü durumdan daha çok, Napoleon'un ayakları dibinde sürünürken gördükleri mağlup yöneticilerinin kederli görüntüsü Almanları etkiledi ve yasa boğdu.”

Muhafazakarlığın her zaman için kaçmak istediği sığınak geçmişin şanlı, ışıltılı günleridir. Geçmişteki hayali “Altınçağ”dır. Alman prensler ve aristokrasi de hem işgalden hem Ren'in öte yakasındaki akıl almaz toplumsal değişikliklerden sakınma ve kendi dünyalarını yaratma peşindeydiler. Halk ve kültür dünyası için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu kendi gerçekliğini yaratıp onun içine kapanarak dünyanın değişmesinden sakınmaya çabalayan bir ruh halidir. Taşranın tinsel bir inceliğe bürünüp derinleşme, kendi içerisine doğru derinleşme çabasıdır. Bu çaba her tarihsel durumda yeniden ve farklı biçimlerde kendisini gösterir. Heine'nin Romantizm Okulu bir Alman edebiyatı değerlendirmesi olduğu kadar bir anlamda Adorno'nun Sahicilik Jargonu adlı kitabı ile aynı müdahale düzleminde duruyor ve iki yüzyıl ötesinden zihin açıcı gücünü koruyor.

 

Akıl ve vicdan

 

Heine Almanya'daki prensler hükümdarlığına, soylulara ve mevcut akıldışılığa karşıydı ama budalaca ve kaba Aydınlanmacılığa da karşıdır. Üstelik otokrasiden kurtulma mücadelesindeki “üçüncü sınıf” özgürlükçülüğün sınırları hakkında da hayalci değildi. Aslında Heine hemen hiçbir konuda hayalci değildi ve kent burjuvazisinin prensler ve hükümdarlardan özgürleşmesinin sonuçları üzerine de kafası gayet açıktı: “Evet, nasıl ki Ortaçağ'da binalardan tüm devlet ve kilise yapılarına dek her şey kana imana dayanıyorsa bugün de tüm kurumlarımız paraya, gerçek paraya imana dayanıyor. Eskisi batıl inançtı, ama şimdiki saf bencillik. İlkini akıl yıktı, ikincisini vicdan yıkacak.”

 

 

Kaynaklar

Heinrich Heine, Romantik Okul.Türkçeye çeviren; Ömer B. Albayrak. YKY, 2015.

Serdar Dinçer, Diyalektiğin Şairi Heinrich Heine. Mattek Matbaacılık, 2006.

Lacoue-Labarthe - Jean Luc Nancy, Ebedi Mutlak. Türkçeye çeviren; Sevgican Toy Teysseyre. İnsan, 2015.

Amos Elon, Çöküşe Tırmanış. Türkçeye çeviren; Dani Altaras. Gözlem, 2005.

 

bottom of page