Baba, Doğa, Yara
David Vann üzerine
Ömer F Oyal
“Anne babalar söz konusu olduğunda her şey olabilir. Onlar Tanrı gibidirler. Bizi var veya yok ederler dünyayı eğip büker, istedikleri şekle sokarlar ve bizim dünyamız ancak o olur. Başka türlü neye benzeyeceğini bilemeyiz.” Bize verilen içine doğduğumuz yegane dünyanın aynı zamanda ölene kadar içine kapalı kalacağımız hapishanemiz oluşu gerçekliği ile yüzleşmek zorunda kalırız.
Ailedeki sorunları yaşam boyu taşıyoruz, yaşam boyu onlarla uğraşıyoruz, kendi kurduğumuz “yeni” aileye de de o sorunları taşıyoruz ve nihayetinde kendi katkılarımızı da ekleyerek çocuklarımıza devrediyoruz. Arazların kuşaklar boyunca iletimi ve gelişimi böyle mümkün oluyor. David Vann’a göre ailenin bize hazırladığı çerçevenin dışına irademizle çıkmamız da pek mümkün değil zira irademizi kuran da ailemizdeki çatışma ve gelişmeler. Böylece çıkışsız bir planın oyuncağı gibi bir iletken rolünden fazlasını gerçekleştiremiyoruz.
Velhasıl David Vann romanlarında aileyle uğraşıp dururuz. Birbirinden farklı ama bir yönüyle de hep birbirine benzeyen ailelerle. Elimizdeki son romanı Akvaryum (2017) bir affedişle sonlansa da diğer kitaplarındaki atmosfer hiç de öyle değil ve oralarda üzerine kan sıçramış ailelerin soğukluğu ile büyüleniyoruz. Vann’ın kitaplarının arka planında daima var olan, eksikliği hiç hissedilmeyen soğuk bizi donma öncesindeki huzurlu uykuya sürüklüyor.
David Vann’ın babası intihar etmişti ve o kendisini üne kavuşturan ilk eserinden beri (Bir İntihar Efsanesi) bu eylemin çevresinde dolaşıyor. Kimileri hayatın çocukluk yaralarının aşılması gayretinden ibaret olduğunu söyleyebilirler ama yaralar aşılmıyor, hep orada kalıyor. Vann’ın tüm kitapları bu çocukluk felaketini aşma denemesi olarak değerlendiriliyor ama patinajın yarayı daha da derinleştirip kalıcılaştırdığını söylemek de mümkün.
Uzak baba
İntihar asla romantik değildir. İntihar soğuk, çaresizce bir kaçıştır. Zaten Vann’da romantizme kaçan herhangi bir şey yok. Her şey sert, berrak, keskin ve erkeklerin çıkışsızlığı daima ön planda. Kaçan erkeklerin, uzaklaşmaya, hep daha da uzaklara giderek izini yok etmeye çalışan erkeklerin dünyasındayız ve dünyanın en uzak köşeleri bile bu kaçış, uzaklaşma güdüsü için yeterli değil. Vann’ın erkekleri hep adalara ya da ormana sığınmaya çalışılar: Caribou Adası, Sukkwan Adası (Bir İntihar Efsanesi) gibi yerlere. Zaten felaket de hep burada başlar. Hiçbiri kaçtığı yerde yalnız kalmaz. Kadınları da peşlerinden sürüklemeye çalışırlar ama yine onlardan daha uzağa kaçabilmek için.
Sert ve suskun erkek dünyasında olup bitenler aynıdır. Öncelikle çocuğun hızla yetişkinliğe zorlanması, sorumluluk almaya tehlikeye ve suskunluğa zorlanması, erkek olmaya zorlanmasıyla kendi içine kapanan çıkışsız bir dünya. Hastalık böylece kuşaktan kuşağa rahatlıkla devredilebilir.
Keçi Dağı’nda üç kuşak erkeği doğa içinde karşılaşıyoruz ve bu kitap bana kalırsa hem erkekliğin doğası ve hem doğa ile ilgili en sert kitaplardan birisi. Baskın babalık ve zayıf babalığın bir arada oluşu ve çocuğun baba ve dede arasında erkeklik görevlerini yerine getirme çabası. Baskın erkeklik ile zayıf ve uzaklaşma çabasındaki babalığın birbirini takip edişi de fasit bir daire haline gelmeye mahkumdur.
Vann’da erkekliğin cinsellikle ilgili yanı neredeyse hiç öne çıkmıyor. Erkek daha ziyade uzaklaşmaya çalışandır. Erkekliğin yegane vasfı da budur. Hiçbir kurucu çabaya işaret etmez. Erkeklik, o hep kurulandan ve ilişki sürecinin yarattıklarından uzağa gitmeye çabalar. Gerideki felakete de aldırmaz. Böylece bu marazlı erkek kategorisi daimi bir kaçaklıkla damgalanır. Kadınların zaafı ise onları yanlarında tutma gayretiyle bu boşuna gayret göstermektir.
Uzaklaşmak
Uzaklaşmak umutsuz bir erkek tasavvurudur. Uzaklaşılamaz, uzaklaşma daima felaketle neticelenir ve her uzaklaşma yeniden bir affedilme çabası gerektirir. Erkeklerin içindeki sürekli uzaklaşıp kaçma güdüsü doğadaki sertliğin içinde bir başarısızlık hikayesine dönüşüyor hep. Uzaklaşma çabası hep bir başarısızlıktır. Kalmak da başarısızlıktır. Erkekliğin çıkışsızlığı “hep orada”, kadının yanında olmanın çemberinde bunalmayla nihayetleniyor. Uzaklardaki kulübelere çekilerek gerçek olmayan hayatlarda gizlenme çabası bütünüyle kısır kalıyor zaten. Fakat uzaklaşma isteğine karşı durulamıyor. Uzaklaşan kendinden de, yaşamın görevlerinden de kaçmaktadır. Bu nedenle uzaklaşma denemeleri boşlukla nihayetleniyor, yeni bir yaşam asla kurulamıyor ve kimse kendisinden ve aslında ailesinden uzaklaşamıyor. Vann’da uzaklaşan bir kadına rastlamayız, hep erkekler uzaklaşma sevdasındalar. Onlar kaçmaya çalışırken geride kalanları toparlamak daima kadınların üzerindedir.
Böylece uzaklaşma çabası giderek çıkışsızlığa, imkansızlığa dönüşür. Caribou Adası’nda peşinden sevgilisini de sürükleyerek Alaska’da bir kasabanın uzağında bir eve yerleşen Garry’e bu kadarı da yetmez. 30 yıl sonra hemen yakında bir adada kulübe inşa etmek istemektedir, 30 yıl önce oraya yerleşse hayatının bambaşka alacağını bile düşünür. Bu elbette boş bir sözden ibaret. Adamlar hep gitmek istemektedir. Daha uzağa ve hiçliğe kaçış başarısızlıktan ibarettir. Jim de malı mülkü satıp Sukkwan Adası’nda bir kulübe satın aldığında aynı yanılgının içindendir. Uzağa yerleşerek iyileşmek mümkün değildir.
Büyümek
Vann’ın çocukları neredeyse daima 12-14 yaş aralığındadırlar, yani Vann’ın babası intihar ettiğindeki kendi yaşında. Vann’da çocuk mevhumu o yaşa sabitlenmiş gibidir. Ne daha öncesinin bulanıklığını ne daha sonrasının büyüme çırpınmalarını göremeyiz. Fakat bu çocuk sabitlenmiş yaşıyla daima meşakkatle sınanmaktadır. Babayla beraber veya babasız.
Babayla beraberse erkek olmanın sorumluluklarının durmaksızın üzerine binmesine, doğa ile savaşına, emirleri itirazsız yerine getirişine, babasına karşı sürgit kendisini kanıtlama çabasına şahit oluruz. Baba somurtuk ve suskundur, hep daha zorlu işler öne sürüp durur. Fakat çocuk bunları birbiri ardına yerine getirecektir. İşten kaçamaz, kaçmaz, korkmaz, yorulmaz. Vann’daki çocukları günümüz kentindeki aynı yaşlardaki çocuklarla karşılaştırdığımızda bir uçurumun idrakine de varırız. Bu yaşta bir çocuğun bu denli koşulabileceğine inanamayız. Katlanan ve asla itiraz etmeyen bir çocuk düşünce ufkumuzun da deneyimlerimizin de dışında kalır. Çocuk yetişkinden varksızdır ve sertlikten payına düşeni hemen alacaktır.
Erkekler erkekleri yetiştirdiğinde ise kuşakların basıncını, erkek kuşaklarının basıncını sonuna kadar hissedebiliyoruz. Tabii Vann çoğunlukla erkek çocukları anlatıyor, hastalığı sürdüren babanın saplantılarını, uzaklaşma tutkusunu devralacak erkek çocukları. Vann’ın çocukları küçük yaşlarda büyümüşler, susmayı ve itaati öğrenmişlerdir. Hiçbirisinin aklına itiraz etmek gelmez. İtaat ederek erkek olurlar ve onların çocukları da aynı itaatle hastalanacaklardır. Kuşaklar boyu süren sessizlik ve ağırlık böyle serpilir.
Şiddetin yeri
Şiddet doğrudandır; yağmurun yağışı, karın eriyişi gibi doğaldır. Aslında şiddet doğadır ve kaçışların mekanı olarak asla bir idil ya da bir cennet değildir. Doğa tüm görünümleriyle insanı dışa doğru iter, tehdit eder, zorlar, korkutur ve ürkütür. Doğayı özellikle de Alaska doğasını bu denli yakından resmeden Vann’ın aynı zamanda doğanın sertliğini bu denli vurguluyor oluşu tuhaf. Doğadaki huzurlu anlar bile hep arka plandaki bir tehlikenin eşliğinde gerçekleşir. Doğada barınmanın, ikametin zorluğu tüm kitaplarından dışarıya fırlar adeta. Huzurlu bir doğanın söz konuşu olmayışı uzaklaşma çabalarının eşlikçisidir. Uzaklaşan, doğa tarafından defalarca sınanır. Uzaklaşmanın hayal kırıklığına katkı sunanların başında bizzat doğanın kendisi gelir ve doğa ile her temas hayatta kalma mücadelesidir. Doğanın şifası, huzuru hayalden ibarettir. Vann’da doğa kaçışı olanaksız kılınmıştır. Tersini olanaklı görmek, doğada sadet bulmak sadece onu tanımayanlarım muhayyellerindeki vehimden ibarettir. Avlanmanın acımasızlığı, kar yağışının getirdiği tehlikeler, sis, soğuk, toprağın sertliği, göllerin ve denizin tehlikesi ardı ardına gelir. Giderek tüm bunlara dayanmanın olanaksız olduğunu hissetmeye başlarız. Doğa şiddetin yeridir. Hatta doğa ile uyumluluk şiddet ile uyumluluk haline gelir. Mücadelenin umutsuz olduğunu hemen hissederiz. Giderek bir orman kulübesi hülyası büsbütün katlanılmaz bir şey haline gelir. Çocuklar ve kadınlarsa bu çabadan bütünüyle nefret ediyorlardır. Ama erkeğin, babanın takipçisidirler ve doğaya katlanırlar.
Doğanın dışlayıcılığının sadece Vann’ın kitaplarında sergilenen umutsuz babalara karşı sergilendiğini da düşünebiliriz. Rahatlık ve açık düşünce sahibi olmayan kişiler zorla barınmaya çalışır ama başarılı olamazlar. Belki o niteliklere sahip olsalardı, uzaklaşma gayretinde de olmayacaklardı. Başarısızlık kenti de, doğayı da yanı biçimde kuşatır. Zavallılık kentten doğaya en ücrâ yerlere kadar kişinin peşinden gelir.
Hayatın koruyucusu
Kadınlar sabit ve kurucudurlar. Düzenin ve sürekliliğin temsilcisi, erkeklerin hastalıklarının gözlemcisi ve tedavi edicisi konumundalar. Fakat bu umutsuz bir uğraştır Vann’da. Uzaklaşma çabasındaki erkeği tutmaya çalışan kadın da yalnız kalamadığı için erkeğe tutunmaya çalışıyordur. Böylece dünyanın acıklı hali bir kez daha önümüze seriliyor: gitme arzusundaki yalnız adam ve onu tutarak kendi yalnızlığını dindirmeye çalışan kadın. Yalnızlık herkesin boynuna asılıdır, herkes farklı yöntemlerle bunu aşmaya çalışır. Kadın erkeği tutarak, erkek daha da yalnızlaşarak. Vann’ın kitapları hep bu çıkışsız döngünün içinde var oluyorlar ve Vann çıkışsızlığı müjdeleyip duruyor. Fakat olumlu kahraman kadındır daima. O, bir arada tutmaya çalışır, çocuğu büyütür, anneye bakar, evi idare eder, kaçan erkeğin geride bıraktıklarını bir arada tutmaya çalışır ve sonunda tüm bir ömür heba edilmiş olur. Sonuç daima pişmanlık duygusudur. Kadın da erkek kadar umarsızdır ama kaçmaz. Onun hep bir alacağı vardır. Erkek bir ilişkinin içinde, salt orada kaldığı için her şeyden sorumluyken, kadın bizatihi sorumluluk sahibidir. Tabii bunca ağırlığın sonucunda bazen de kin serpilecektir.
İşte bu ebeveynlerin umarsızlığında hastalık kuşaktan kuşağa aktarılacaktır. Vann’da bu bir tür alın yazısı gibidir. Elbette ebeveynlerimizden onlar öldüğünde de kurtulamıyoruz. Onlar bir anlamda bizde yaşamaya devam ediyor, onları kendi geliştirdiğimiz hastalıklarla birlikte çocuklarımıza devrediyoruz. Aileden bir türlü çıkamıyoruz.
Böylesilik
Tüm bu temalar eşliğine Vann yargılayıcı olmaktan özenle kaçınıyor. O, trajediyi bize olduğu gibi verme gayretindedir, yargıları ve düşünceleri bize bırakmıştır. Bizi asla yorumlara, kesin kanaatlere yönlendirmez ama dilindeki sertlik ve keskinlik bizi pek çok sözde yeraltı edebiyatı ürününden daha fazla sarsar. Ailenin aile içi ilişkilerin acımasız açıklıkla verilişi onu aile ilişkilerini eleştiren pek çok edebiyat ürününden daha gerçek kılar. Aslında Vann’da aileyi sorgulamıyoruz, ailenin bileşenleri olan kadının, erkeğin ve çocuğun birbirine bağımlılığındaki trajediyi duyumsuyoruz. Trajedi Vann’da bize bir böylesilik olarak veriliyor, dolayımsız açıklık olarak. O, ebedi trajedi ile uğraşıyor. Tüm aile felaketlerinin feryat ve figan olmadan, neredeyse ağırbaşlı bir suskunlukla karşılanması olanları hep daha da sertleştiriyor.
Sonunda biz de onunla birlikte aile yaralarının kuşaklar boyunca aktarılacağına, bunun neredeyse çıkışsız bir kader olduğuna ikna olmaya başlıyoruz. “Yokoluşta saadet bulma” çabası bütünüyle başarısız olacaktır ve dünya barındırdığı herkesi yok edecektir. Hapsolmuşuzdur, dünyaya ve özellikle de babalarımızın uzaklığına, kaçış çabalarına hapsolmuş olarak kaçıp uzaklaşmaya çalışırız. Ardından döngü yeniden başlar. Vann son kitabında belki de döngünün babayı affetmekle kırılabileceğini, affın şifa olabileceğini söylüyordur, üstelik burada öbür kitaplardaki oğlan çocuklarının aksine kahraman ve affedici olan kız çocuğudur. Bunun da üzerinde düşünülmeye değer.
Affa rağmen daima bir iz kalır ve hastalık hiç tahmin edemediğimiz kanallardan devam eder.
Akvaryum. Çeviri; Suat Ertüzün. Can Yayınları, 2017.
Keçi Dağı. Çeviri; Suat Ertüzün. Can Yayınları, 2014.
Pislik. Çeviri; Esra Birkan. Can Yayınları, 2013.
Caribou Adası. Çeviri; Cem Alpan. Can Yayınları, 2012.
Bir İntihar Efsanesi. Çeviri; Esra Birkan. Can Yayınları, 2012.