"Saplantılı halleri yazmayı seviyorum"
Söyleşi Sibel Oral, Oksijen 11-17 Şubat 2022
Dokuz kitaplık bir külliyatınız, üç ödülünüz var. Kitaplarınızda kurduğunuz dünyada sessiz sedasız yaşıyor daha doğrusu yazıyla yaşıyor gibisiniz. Biraz anlatın edebiyata, kendi edebiyatınızda.
Evet, daha çok kendi gündemle ilgilenmeyi tercih ediyorum diyelim. Zaten çok da fazla etrafa saçılmaktan hoşlanmıyorum. Saçılmanın tam tersini makbul buluyorum da denilebilir. Kitaplarımda daha çok anlara yoğunlaşmaya, duygusallıktan uzak durmaya, nesnel olmaya ve giderek sadeleşmeye çalışıyorum. Romanlarımı dert ettiğim sorunların üzerine inşa ediyorum ve o yüzden da açıkçası metnin denemeye dönüşmesinden kaçınmaya çalışıyorum. Metnimin bir dokusu, deyim yerindeyse bir ritmi olmalı ve bu hiçbir yerde aksamamalı.
İnternet sitenizdeki özgeçmiş bölümünüz ilginç, güzel, meramınızı anlatıyor. Orada şöyle bir cümleniz var: “Yazmak, aktarılamaz yana doğru hamleler demek. Hem aktarma gayreti, hem örtme gayreti demek.” Özellikle “örtme gayreti”ni biraz daha açmanızı istesem…
Yazarken çoğunlukla tatsız yerlere doğru, bazen kolay kabul edilemez yerlere doğru; bazen de ifade edilemez olana doğru gidiyorsunuz. “Örtme gayreti” hem gittiğiniz yolu yürümek, hem de yolda bıraktığınız izleri silme, örtme çabası. Hem kendinize; düşünce ve eğilimlerinize dair işaretler koymak ve hem de bu işaretlerin bulanıklaştırılması çabası. Okuyucu kendine dair sonuçları kendi zihniyetine, yaşam deneyine göre kendisi çıkartmalı veya bilince çıkartmasa bile hissetmeli. Yani örtme hem esas olanı örtüyor ve hem de okuyucuya düşünme alanı açıyor.
Bir kitaba başlarken nasıl kaygılar yaşıyorsunuz?
Her kitabın kaygısı farklı. Romanlarımı tartıştığım meseleler üzerine kurduğum için o mesele ile o romanın dünyası, karakterleri, duygusu ile ilişkisine dair endişeli oluyorum. Bütün bunların bir kurguda birleşip bir doku oluşturup oluşturmadığı ile ilgili kaygılar da yaşıyorum. Hatta en önemlisi dokunun, ritmin oluşup oluşmadığına ilişkin kaygı diyebilirim. Diğer yandan ana karakterlerin konumunun anlatılan konuyla ilişkisi sorunu da var. Yani bazen konu birinci tekil şahısla anlatılmaya daha uygunken bazen anlatıcının sesi daha anlamlı olabiliyor ya da başka yöntemler kullanmak gerekiyor.
Bahara Bir Hediye’yi yazarken peki, kaygılarınız var mıydı?
Bu en kaygılı olduğum kitaplardan birisiydi açıkçası. Bu hikâyeyi birinci tekil şahıs ağzından anlatmak beni epeyce zorladı. Burada bir ölçü, bir denge çok önemliydi. Ölçü tutturulamadığında metnin tartışmak istediğinizden bambaşka yerlere gitmesi veya aksine güçsüz kalması ihtimali vardı. İlk yazdığımda olmadı zaten, o yüzden neredeyse baştan ikinci kez yazdım kitabı. Diğer bir kaygı da pek alışılmamış unsurlar bir araya geldiğinde anlamlı bir örüntü oluşturup oluşturmayacağı idi.
Naci’nin Firdevs’e olan saplantısı aşkî bir saplantı. Bu hali ele alma biçiminiz beni bir okur olarak mutlu etti zor bir şeyi anlatmışsınız. Yazarken sizin ne hissettiğinizi Naci karakteriyle nasıl duygusal temasınız olduğunu merak ettim…
Saplantılı hali üzerine yazmayı zaten seviyorum. Burada ise söz konusu olan anlatılmak, açık edilmek bir yana kişinin kendisine itirafının bile neredeyse düşünülemez oluşu. Bu durumda da saplantının bir tür hayranlık, bir tür yüceltme halini alarak kendi kendini beslemesi öne çıkıyor. Böyle bir hayranlığın ve haliyle saplantının zihinde nasıl işleyeceği ile ilgilendim. Bir anlamda içe dönük, imkansız bir aşka benziyor ama en imkansız bir aşkta bile en azından kendine itiraf ya da hayal mümkün. Ama burada her şey gerçekten imkansız ve bu durumda ne olabilir?
Firdevs’in saplantısı da başka bir yönde, onun da Japon kültürüne bir saplantısı var aslında…
Firdevs’teki başka bir kültüre firar ederek çevresini saran kültür dünyasından kaçma saplantısı. Japonya dünyadaki hatırı sayılır bir kesim için olduğu gibi onun için de tanımlanamaz ölçüde başkayı temsil ediyor. Kendi dünyamızın tam zıddını. Kitapta başka bir bir kültüre, bu kadar uzak bir kültüre hayranlık nedir ve başka bir kültüre firar mümkün müdür gibi sorularla ilgilendim. Yani, o ülkeye atfettiğimiz sıfatlar ne ölçüde gerçek? O sıfatlar gerçek olmasa bile aradığımız ülküsel diyara ne ölçüde denk düşüyorlar. Bu türden bir hayranlıkta firarın nesnesinin gerçekte ne olduğundan çok kişinin aradıkları önemli.
Bir yandan da bir aile hikâyesi Bahara Bir Hediye. Anne özellikle çok baskın. Firdevs ise bu ailenin başkası, ötekisi gibi. Aile ne ifade ediyor bu romanda sizin için?
Burada eğitimli ve kendi dünyası olan bir aile söz konusu. Ama evde Firdevs dışında herkesin Türkiyat camiasına mensubiyetleri, annenin ilkeleri, evdeki el yazması fotokopileri, eski divânlara ait ciltler nefes alınmaz bir hava oluşturuyor. Neredeyse geçmişe dönüp duran, her dönüşte geçmişi bugüne taşıyan bir hava söz konusu. Bir anlamda da günün gelgeç havasına tamamen zıt, sürekliliğin ve geleneğin bir değer haline geldiği bir evden söz ediyoruz. Firdevs bu geçmişten de, bu anlayıştan da firar çabasında.
Romanda yer verdiğiniz eserler, alıntılar hem klasik Türk edebiyatına hem de Japon kültürüyle temas etmemizi sağlıyor, sizi buralara götüren neydi?
Japon kültürüyle, savaş sanatlarıyla eskilerden beri ilgiliyim ama tabii Türkiyat çok daha ağır basıyor. Eski metinlerdeki kelimelerin kurcalandığı etimoloji ağırlıklı çalışmalar da beni hep heyecanlandırmıştır. Belki de bu ülkenin ruhunun esasını oluşturan beş-altı temel kitaba ilişkin çalışmaları da hep ilgiyle okuyorum, bunların hepsi süreğen bir ruh dünyasının ürünleri ve bu döngü çok ilginç.