Esaretten esarete: Magda Döndüğünde
İnci Enginün Dergah, Haziran 2018. Sayı 340.
Son yıllarda okuduğum ve üzerideki etkisini birkaç yıldan beri devam ettiren bir romandan söz etmek istiyorum. Magda Döndüğünde’yi okumaya başladıktan sonra elimden bırakamadım, arkadaşlarıma romandan söz ettim, onlar da okudular ve biz neredeyse bütün bir yazı bu kitaptan ve onun uyandırdığı çağrışımlardan söz ederek geçirdik. Romanı ikinci defa okudum, cazibesini kaybetmemişti. Aradan uzun bir zaman geçmeden arka arkaya okumak ihtiyacını hissettiğim romanların sayısı çok değildir. Bu etkiyi sınamak belki de üzerimden atmak için bir üçüncü defa daha okudum. Romanı yine zevkle okuyup bitirdim. Böylesine bir romanı daha geniş bir çevreye de duyurmak isteğimi önleyemedim.
Magda Döndüğünde (2015) öylesine etkileyici bir roman ki, onu okuduktan sonra hem yazarını araştırmak hem yazarının öteki eserlerini de okumak istiyor insan. Yazarı Ömer F. Oyal (d. İstanbul, 1959) Boğzaiçi Üniversitesi İşletme Yöneticiliği’ni bitirmiş. Çeşitli dergilerde yazmış. Keçi Zanlı Kurban, Cefakar adlı bir inceleme kitabı da bulunan Oyal’ın öteki romanları Sürgün Ruhun Rüya Defteri (2006), Gecelerin En Güzeli (2007), Önceki Çağın Akşamüstü (2012), Ferahlık Anına Övgü ( 2013). Son romanı bugünlerde çıkan Zaman Lekeleri.
Magda Döndüğünde basit bir konuyu işliyor. Yaşlı bir adamın sağlık sorunları, sıkıldığı aile fertleri, beğenmediği komşuları arasında geçen yeknesak günlerin hikâyesi. Ölümün eşiğindeki bir adamın ilk bakışta kopuk kopuk meşgalelerinden söz ediyor. Ama bu arada konu her cümlesinde oya gibi işlenmiş. Sayfalar çevrildikçe Salih Demirci’nin küçücük apartman dairesinde okuyucuya ne kadar zengin bir hayat hikâyesi sunduğu anlaşılacaktır. Onun ne kadar zengin bir mazisi olduğunu en yakınları bile fark etmezler. O, oğlu Altan, gelini Sema ve torunu Gamze, yanında klan Aliye Hanım ve kızı Sanem’in gözünde huysuz bir ihtiyardan başka biri değildir. Onun ne zengin mazisi ne de duyguları bilinir. Bu açıdan bakılınca bir hiçin hikâyesidir. İnsanın içini burkan dıştan görünüşün ne kadar aldatıcı olduğudur. Her şey geçer ifadesiyle özetlenebilecek durum eski hattın sık sık tekrarladığı “Bu da geçer ya hu” levhalarını andırıyor. “Bu da geçer”in zamanla hiç de geçmemiş olduğu, zamanın getirdiği durumlarla hafızanın derinliklerinde gizlendiği yerden çıkmaya hazır olduğu roman boyunca okuyuculara hatırlatılıyor.
Roman şu cümlelerle başlıyor:
“Salih Demirci bir kez daha uyandı ve mırıldandı: ‘Rüstem öldü.’ Başucundaki gece lambasının ışığında artık iyice seçilebilen duvar acıtıcı bir bütünlükle kendisine bakıyor, suratsız gerçeklik tesellisiz bir ifadeyle duvardan kendisini izliyordu. Yorgun parmaklarını pijamasının kolundan içeriye sokup, yılların pasıyla solgunlaşmış rakamların üzerinde hafifçe gezdirdi. ‘Buradalar’ diye düşündü, ‘hâlâ buradalar’. Bir kez daha fısıldadı. ‘Rüstem ist gestorben.’ Rüstem öldü. Ağzından dökülen hortlak kelimelerin tınısıyla ürpererek karşı duvardaki saatte akrep ve yelkovanın konumlarını seçmeye çalıştı.”
Bu paragraf romanın ilmek ilmek dokunarak gelişmesinin bütün ipuçlarını vermektedir. Siyahla belirttiğim kelimeler, günün son gerçeği ve eski gerçeklerin izlerini göstermektedir. Önce anlatılacak olan kişiyi “Salih Demirci” diyerek romancı daha ilk cümlesinde takdim eder. Bu isim ne ifade edebilir. Ardından ikinci isim gelir. “Rüstem öldü.” paragraf boyunca üç kere geçer. Rüstem de Salih kadar bilinmezdir. Ama Salih’in onunla bir yakınlığı olmalıdır ki, sabahın ilk ışıklarında onun ölümünü hatırlayışla uyanmıştır. Bu ifade, hatıralarını, geçmişini uyandıran yepyeni bir gerçekle karşılaşmadır. Paragrafta geçen boş “duvar”, romanın devamında Salih’in hatıraları ile onun hayatının gerçekleri ile dolacaktır. Rüstem öldü, Salih Demirci bu cümleyi Almanca olarak da tekrarlar. Benzer durumlara sonraki sayfalarda da rastlanacaktır. Salih Demirci’nin “hortlak kelimeler” diye nitelediği bu kelimeler onu ürpertir. İçinde yaşadığı gerçeğe dönmek arzusuyla saatin kaç olduğunu görmek ister, fakat parmakları kolundaki rakamlar üzerinde gezinir, onlar hâlâ yerlerindedir. Esirlik günlerinden kalmadır. Aradan zaman geçmiş; O günlerin şahitlerinden biri – daha doğrusu sonuncusu da – ölmüştür, fakat kolundaki rakamlar geçmişi ona asla unutturmayacaktır. Karşısındaki boş duvar suratsızdır, tesellisizdir. Bütün bu kelimelerin hiçbiri tesadüf değildir. Sonraki kelimelerin başlangıcıdır. Doğrusu pek de sevimli bir ihtiyara benzememektedir Salih Bey, fakat sayfalar ilerledikçe bu ihtiyarın bir “savaş artığı” olduğu öğrenildikten sonra – aslında romanın ikinci cümlesinde bu açıklanmıştır – anlattıkları bambaşka bir anlam kazanacaktır. Roman yaşanan andan herhangi bir çağrışımla geçmişe uzanıverir ve Salih Demirci’nin önceki hayatının noktalarından birini aydınlatır. Bu aydınlanma anında Rüstem’in yeri belirir. Beraberlerinde başkaları da vardır. Böylece savaş ortamını gösteren tablolar tamamlanır.
İlk sayfayı bitirdikten sonra hemen hangi düğümün ne zaman çözüleceği sorusu okuyucunun kafasını kurcalıyor, fakat Salih Bey’in hiç acelesi yoktur. Her şeyi tadını çıkara çıkara yapar. Elbette bunlar onun amacı değildir. Yaşlılık, ona hiçbir şeyi çabucak sonlandırma fırsatı vermemektedir. Romanın bütün kahramanları Salih Bey’in değerlendirmesiyle yaşarlar. Bunun dışında Sanem hariç, hiçbirinin hayatının ayrıntılarından söz edilmez.
Romanda yaşanan anla ilgili sayfalar hiç de çok değildir. Günlük hayatın bir anından, Salih Bey’in bir şeyi hatırlamasıyla mazinin bir sayfası açılıverir. Buna göre romandaki kişileri ve olayları üç kısımda toplamak mümkündür.
1. Salih Bey’in oğlu, gelini ile ilgili görüşleri. Onların ilişkileri yalnız Salih Bey tarafından anlatılır ve bu anlatılanlardan onların hiç de kötü insanlar olmadıkları, babalarının suyuna gittikleri ve hayatını kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptıkları anlaşılır. Yine de Salih Bey için bütün bu tedbiler, onun hayatına müdahaledir. Uzun yıllar yaşadığı esaretten bugüne ulaşan yeni dönemdir.
2. Salih Bey’in evinde, yardımcısı ve onun kızı sanem ile ilişkileri. Bu evin karşısındaki apartmanda ilgisini çeken genç kadın ve onu takip etmek için evden çıkışları.
3. Yakın arkadaşı Rüstem’in ölümüyle onun hayatına da ilgi duyması, yıllarca birlikte savaşıp esirlik hayatı yaşadığı arkadaşını ölümünden sonra hatırlamalarla tanıması. Özellikle Rüstem’i hatırlayışlarında Salih’i çekip götürdüğü savaş hatıraları romanın okuyucuyu duygudan duyguya sürüklediği sayfalardır. İnsanın savaşta bile insanlık değerlerini koruyabildiğini Salih, Rüstem’de görmüştür. Nefret ettikleri Butimar yaralandığında Rüstem onu ateş altından siperin arkasına taşımış ve herkes gibi Salih’i de şaşırtmıştır. Rüstem’in ölümünden sonra onun müziğe düşkün olduğunu, hatıraların kaydetmek arzusunu da bıraktığı bantlardan anlamıştır.
Bu üç ayrı çevre ve zamanların olayları Salih Demirci’yi bugünde gösterse de yalnız adamın asıl çevresini hayalindeki kişiler ve sahneler doldurur.
Aalih Bey’in Altan adlı bir oğlu vardır. İşi gücü çalışmak olan oğul, babasına yakın bir yerde oturmakta ve ona her konuda yardımcı olmak istemektedir. Fakat Salih Bey bu çabalarından dolayı ona hiç de teşekkür etmez. Gelini Sema’dan kesinlikle hoşlanmaz, halbuki iş bilir bir kadın olduğu anlaşılan gelini, yaşlı adamın rahat edeceği ortamı hazırlamakta, yanında çalışan Aliye Hanım ile ilgilenmektedir. Aliye Hanım Salih’in bütün ihtiyaçlarını karşılasa da bir türlü ona yaranamaz. Sadece Salih zaman zaman Aliye Hanım’ın zeytinyağlı dolmayı iyi yaptığını itiraf eder. Hiç hoşlanmadığı ise sorumsuz ve saygısız davranışları yüzünden Aliye Hanım’ın liseli kızıdır. Yine de Salih garip bir şekilde bu kıza bağlanacak ve istediklerini ona yaptıracak ve ölürken elini tutmasını isteyecektir.
Karşı apartmanda oturan öğretmen hanıma gelince, uzaktan perdenin hareketinden onu görmeye, tanımaya çalışan Salih Bey, kim olduğunu öğrenmek için de peşine düşer, öğrendikleri hiç de hayalini kurduğu bu kavuşma anını ona sunmaz. Onun Magda ile hiçbir ilişkisi yoktur. Salih’i yıkan işte bu kesin bilgiye ulaşmasıdır.
Salih Demirci Buhara-Vabkent’te doğmuş bir Özbektir. Öğretmendir. Askerdeki ilk günlerinde Rüstem’le tanışır. Rüstem bir köylüdür. Az konuşur, dinler, nadiren söze karışır. Salih savaşır, sonra düşmana esir düşer. Sıkı sorgularında Yahudi olup olmadıkları sorulur. Almanlar onlara ne yapacaklarını bilemezler, esirlerin tek haber kaynakları pek de güvenmedikleri bir arkadaşlarıdır. Almanlar Yahudileri toparlamaktadırlar. Kalan Müslümanlardan da Ruslara karşı savaşacak bir bölük kurmak niyetindedirler. Hem biraz daha iyi yemek yemek hem de kaçma imkanlarını daha rahat kollamak için Salih ve Rüstem bunların arasına karışır.
Kişiler çok canlı çizilmiş, hiçbir ayrıntı lüzumsuz değil. Kişinin günlük yaşayşından hareketle, özlemleri, çevresiyle ilişkileri ve onlar vasıtasıyla geçmişi, özellikle II. Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düşmesi ve bir tesadüfle Magda’yla ilişkisi. Bu ilişki her türlü duygudan uzak görünse de, ona kız mı erkek mi olduğunu bile bilmediği bir evlat verecek ve Salih Bey’in hayal dünyasını genişleterek, son günlerinde ona kavuşma savaşına girecektir. Bu hayalin boşluğu Magda’yı savaş sonrası, kapatıldığı esir kampında görmesidir. Magda hamiledir fakat Salih’in elinden gelebilecek hiçbir şey yoktur. Üstelik Magda, ilişkilerin sürdüğü günlerdeki gibi âmir tavrından hiç de uzaklaşmamıştır. Özbekistan’dan savaş dolayısıyla Almanya’ya gidiş, esir düşme ve Magda’yı tanıyınca ve bir anlamda onun hizmetine girmesiyle başlayan birliktelikleri Salih’in durumu onu kısmen rahatlatmıştır. Kurallara o kadar bağlı Magda onun âmiridir, fakat bu durum onun Salih’e ilgi duymasını önlemez, o da kurallardan birini çiğner, fakat bunun duyulmaması gerektiğini Salih’e anlatmıştır. Esirliğin her sıkıntısıyla baş edebilmiş olan Salih Demirci savaş bitince İskenderiye yoluyla İstanbul’a gelir. Evlenir, çocuğu doğar, yeni bir hayatı vardır. Eşini kaybettikten sonra artık ihtiyarlığın dayattığı gerçeklerle karşı karşıyadır. İşte Magda’yı özleyişler bu günlerde başlar. Karşıki apartmana taşınan genç kadın ,acaba kendi kızı mıdır? Hayatının tekdüzeliğinde artık bekleyişler, takipler, umutlar yer alır. Mutfak penceresi birdenbire evin en önemli yeri olur. İçtiği sigaradan gelininin haberdar olmaması için – zira Salih Demirci’ye göre Aliye gelininin evine soktuğu bir casustur – her sigara içişte pencere açılır, duman ve koku dağılana kadar beklenir. Genç kadının evindeki hareketler gölgeler yine pencereden izlenir ve kadın evinden işe gitmek için çıkınca ufak takipler, onun hayatıyla ilgili hayaller de işin içine girer. Genç kadın onun kızı değildir. Bu Salih Demirci için Rüstem’in hayatında ilginç bir şeyler bulmak umuduyla yaptığı araştırmaların sonucu gibidir. Aslında Salih arkadaşından kalan notlar ve plaklar sayesinde onun kendi içine kapalı ve bu iç zenginliğiyle yetinen bir adam olduğunu anlamıştır. Esaret günlerinde sandıkları gibi o pısırık ve bön bir adam değildir. Bunu fark eden Salih maziden gelen yeni bir sahnenin hayaliyle sarsılır. Rüstem’in kurtardığı çavuş, onun iyi kalbini de ortaya koymaktadır.
Yeni yetişen nesil onun için bir muammadır. Torunu Gamze, evinde kalan Aliye’nin kızı Sanem onun hoşlandığı tipler değildir, fakat Sanem’i tanıdıkça durum değişir. Sigara içen Sanem artık suç ortağıır ve bu suç ortaklığı ölüme kadar gidecektir.
Eserin savaş ve esaret günleri üç önemli romancının eserlerini andırmakta. Cengiz Dağcı’nın malzemesini büyük ölçüde kendi hayatından aldığı savaş ve esaret günleriyle, bir milletin ana toprağından sökülüp atılması ve savaşın insanları nasıl insanlıktan çıkardığını gösteren hatıraları bu eserde de mevcut. Yalnız iki yazar arasında önemli bir fark var: Salih Demirci günün gerçeğinin etkisiyle maziyi hatırlar. Mazide doğup büyüdüğü şehri hiç sevmez, onunla bütün bağını kopartmıştır. Sonunda Rüstem’in ölümüyle bütün bütün unutulacak olan çocukluğu ve ilk gençliği yine de “kavun kokusu”yla Salih’in hafızasını didikleyecektir. İnsan ne yazık ki daima esirdir. Unsurları farklı olsa da daima esir, hatta bazen bizzat bu esareti bizzat kendisi bina eder. Yazarın etkilendiğini düşündüğüm diğer yazarlar ise Cengiz Aytmatov ile Boran’ın yazarı Tahavi Ahtanov’dur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi evlerine dönseler de yeni esaretlerine yenik düşen nice insanı bu eserlerde okumuştum. Ömer Oyal bu yazarları okudu mu sorusu hep zihnimi kurcaladı. Okumuş olsa da Türkiye’ye sığınmış nice II. Dünya Savaşı’ndan kendini kurtarabilmiş “savaş artıkları”ndan birinin çok basit, sıradan görünen gerçeklerin bir anda ufak bir hortlak kelimeyle uyanıverdiği eski gerçeklerin çarpıcı maceralarını ve insanlarını bize tanıtan bir roman.
Sanırım romanlarını heyecanla bekleyeceğim yazarlar arasında artık Ömer Oyal da var. Böyle genç kalemlerin çoğalması, edebiyatımızı şüphesiz ki zenginleştirecektir.