Sümeyye Çiftçi
Nuh Tufanı anlatılırken insanlık; acınması hatta öfke duyulması gerekenler yani gemiye bin-e-meyenler; takdir edilmesi, imrenilmesi gerekenler yani gemiye binenler olarak ikiye ayrılır. Peki ya gemiden in-e-meyenler, tufan suyunda değil ama kalbinde ki şüphelerde boğulanlar onları kim anlatır, araftakiler hangi taraftadır, sahi böyle bir grup var mıdır? Uhud harbinde savaşın şiddetinden dolayı zaferden şüphe duyup geri dönenler bu topluluktan mıdır? Hz. Peygamber’in bazı sözlerini mantığa aykırı bulan ama akıntıya kürek çekecek cesareti olmayan bu nedenle madden müslümanların yanında durup fikir olarak saf değiştirenler gemiye binemeyenlerden mi, gemiden inemeyenlerden mi sayılır?
Ömer F. Oyal Peygamberler Tarihi bilgilerimize bir madde daha ekliyor. Nuh’un gemisine geride kalmayı göze alamadığı için gönlündeki bin bir şüpheye rağmen ikna edilerek ve kendini ikna ederek binen gruba dikkatlerimizi çekiyor. Yarı kurtulmuş kurtulmuş sayılır mı, korkuyla yapılan itaat imanın parçası mı, “kurtuluş” ne demek sorgulatıyor.
Kesin bilgiyi bulana kadar tüm bilgileri gözden geçiren Descartes şüpheciliği Nuh Peygamber’de tekrar hayat buluyor. Elçi, “gemi yap” emrini gönülsüzce hatta söylenerek yerine getiriyor, sonunda afet bulutlarını beklemekten yoruluyor, kara bulutları görünce bile emin olup sevinemiyor, sular ayak bileklerine gelene kadar “gemiye bin” buyruğunu savsaklıyor. Gemiye binenlerin ise aklı hep geride bıraktıklarında kalıyor, kimse doğru yaptığından emin olamıyor. Şüphe ve belirsizlik helak yağmuruyla beraber sanki herkesin kalbine yağıyor. “Muğlaklık denizinde kesinlik arayışının yıpratıcılığını kimse göze alamıyor. Zaten muhkemlik çabasında ısrar edenler belirsizliğin yaşam veren gücünü kavrayabilmekten aciz kalıp giderek yoruluyor.”
“Gemide Yer Yok” kitabındaki kahramanımıza göre geçmiş belirsiz ve daima daima yeniden yorumlanabilir, yeniden hikayeleştirilebilir. Bu nedenle gemidekileri bazen Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisine göre değerlendirip, fiziksel ihtiyaçlar için insanlığın sınırlarının nasıl zorlandığını, güvenlik endişesiyle nelerden taviz verildiğini bize gösteriyor. Bastırılmış cinselliğin farklı şekillerde yansıması ile Freud’u hatırlatıyor. Tufandan önce yüksek meblağlarla alınan eşyaların artık bir anlamının olmaması ile kapitalizm eleştirişi yapıyor.
Yazar “Gemiye alınan canlılardan bir kısmı eti yenilebilen, bir kısmı ise eti murdar kabul edilen hayvanlar gemide ve gemiden inince yiyecek ihtiyacı için muhtemelen kurtulan temiz hayvanlar kesilecek, kalanı da şükür için kurban edilecek, eti haram kabul edilen hayvanlarsa yaşamaya devam edecek o halde kurtuluş ne demek?” sorusu ile insanı sarsıyor. “ Demek ki bütünüyle kurtulmuş olmak kirlilikten geçiyor, muhteris olmaktan, ısrar etmekten, kimsenin işine yarar olmamaktan geçiyor.” diyerek şehitlik, adanmışlık kavramlarına da materyalist bir bakış attırıyor.
Kahramanımız Cant’ ın saf ahlakını bir iç savaşta kişisel gemi gibi olan apartman dairesine kapıda bayılmış, yaşlı kadını alarak bir nevi kurtarıcı olan modern Nuh’la hatırlatıyor. Modern akılla baktığında “kocaman bir hata” dediği davranışı adını koyamadığı bir hisle söylene söylene de olsa tekrarlıyor.
Evet kahramanımızda psikoloji kitaplarında belirtilen normal sayılan kişiliğin ölçütleri var: “Yeterli güven hissine sahip, gerçeklikle etkili temas kurabilen, makul ölçüde kendi öz değerlendirmesini yapabilen, bedeni ihtiyaçlarını uygun ölçüler içinde tatmin eden” bir kişi. Dini, manevi, sezgisel yönü yok gibi ya da hiç bahsedilmiyor ama zaten batı psikolojisinin uyumlu kişiliğin göstergesi kabul ettiği kriterlerde bu şartlara gerek yok.
Bir Türk yazar ontolojik kaygılarını romanla ifade ediyor, farklı ufuklar açıyor, tefekkür ettiriyor, ezberlenmiş evrenselcilik ve dar yerliliğe düşmeden derdini anlatıyor. Ama bir yanlışlık var üzerine düşündüğümüz tufan Tevrat bilgisi, sorguladığımız Peygamber; Yahudilerin şüpheci, günahkar, kararsız bu nedenle çoğu zaman İsrailoğulları tarafından öldürülen peygamber tasavvuru. Öfke saçarken mantıksız emirler veren, celali cemalini geçen Tanrı ise Yahudilerin Yehudası, kıtlık ve yokluk zamanında her şeyi mübah gören yağmacı toplum başka İdeolojilerin insan anlayışının mahsulü.
Çünkü İslam tarihi bize fetret dönemini anlatır; Maslow’ un ihtiyaç hiyerarşisinin ilk üçü olmadığı halde kendini gerçekleştirmiş insanlar vardır. Bedir savaşında kendilerinin üç katı orduya karşı ve biraz ileride yağmalanacak kervanlar olduğu halde akla mantığa aykırı bir şekilde gönülden savaşanlar vardır. Sınırlı erzak, su ve elektriğe rağmen tüm varlığını paylaşıp isarı gerçekleştirenler vardır. Kıyamet koparken bile elindeki fidanı diktiren bir umut vardır.
Bu nedenle bu kitapta sorular doğru, cevaplar doğru ama konu yanlış, sanki asıl konuya çalışılmamış ya da “başkalarının geçmişinde fütursuzca dolaşmasından tiksinen” kahramanımız kolektif geçmişimizde yanlış sorularla dolaşmış veya başkalarının geçmişinde doğru cevaplar aramış. Sonra da “Ben bitkilere bakmaksızın belirlenen miktarda dökmekten başka bir şeyle ilgilenmiyorum, onlarda köklerine karşı inen sudan başka her şeye karşı ilgisiz.” cümlesi ile belki de tüm bu eleştirilerime kendi içinden cevap vermiş. Bir faydasının olacağına inanmadığı halde söz verdiği için o çiçeklerin daha uzun süre yeşil kalmalarının müsebbibi bir adam okuyucusunun da daha fazla tefekkür etmesini, zihin teri dökmesini sağlamış. Az mı?