top of page

Uwe Timm'in Işıldağı
Ömer F Oyal

Savaş sonrası Alman edebiyatı yıkıntılar üzerinde bir hesaplaşma denemesidir. Geçmiş, savaşı çocuklukta yaşayanların hemen enselerindeydi ve yıkıma karşı şu ya da bu şekilde tutum almak zihin egzersizi değildi. Harabeler yavaş yavaş temizlenirken Almanya zihnen de değişiyordu. Tinin kurtuluşu ve büyüklüğü, her şeyi kuşatacak düşünceler askıya alınmış, gündeliklik ve mütevazilik gelip yerleşmişti. Makullük Alman düşünce dünyası için kabullenilmesi zor bir ruh halidir. Tekil durumlar üzerine düşünmek de öyle. Almanlar büyük düşüncelerden, feda fikrinden ve kıtayı değiştirme hırslarından neredeyse bütünüyle yorulmuşlar, bireysel yazgıları ile ilgilenmeyi, geçmişi unutmayı, yaşanmamış saymayı tercih ediyorlardı ve o nedenle geçmişi hatırlatmak bile başlı başına muhalif ve rahatsız edici bir eylemdi.

 

Yıkımdan sonra

 

Uwe Timm savaşın henüz başlarında, III. Reich’in zafer yıllarında doğdu ve yaşıtları gibi bir yıkım dünyasında büyüdü: Düşünsel yıkım, maddi yıkım, açlık ve soğuk. Almanlar büyük ülkülerin sonuçlarını çok açık biçimde tatmışlardı ve Amerikanizmin serpilmesiyle birlikte artık tüketim ve refah değerleriyle büyüyen bambaşka bir kuşak söz konusuydu. 68 dalgası Almanya’ya ulaştığında gençlikte önemli ölçüde bir kıpırdanma yarattı ama dalga geriye çekildiğinde arkasında gündelikliğe teslimiyet ve yaşam boyu sürecek bir ruh durumu bıraktı. Uwe Timm biraz da bu ruh durumunun yazarıdır. Dünyayı değiştirme gayreti yerini burukluğa ve “Bu boktan hayat, hepsi bu olamaz”a bırakmıştır.

Aslında Uwe Timm “68 kuşağı” için biraz yaşlıcaydı, dalga Almanya’ya vardığında yirmili yaşlarının sonlarındaydı. Bu kuşağa daha serinkanlı bakabilmesi belki de bundan kaynaklanıyordur. Bu gecikmişliğe rağmen uzun süre politikada kalmayı da başardı ve 80’lerin ortalarına kadar küçük bir sekt olan Maocu Komünist partinin üyelerinden birisi olarak kaldı.

Sıcak Yaz (1974) her ne kadar 68 günlerinin hikayesi ise de yenilgiye uğramış ruh durumunun, yitik kuşağın baştan başa sergilenmesi için Kırmızı’yı (2001) beklememiz gerekiyordu. Sıcak Yaz ve o dönem artık başka bir yaşam gibi geridedir. Neredeyse tanınmaz bir geçmiş ve boşluk duygusu. Sıcak Yaz’ın sonunda gençlik aşırılıklarının çıkmazından, sakince basit ve somut ilerlemeler için çalışmanın ve sürekliliğin erdemlerinden söz edilir. Büyük sözler gevezelikten ibarettir. Herkes neyse onu yapmalıdır. Timm bu tartışmayı 68 sonlarında üniversite öğrencilerinin fabrikalarda işçi olarak çalışma yönelimine ve onun hayal kırıklığına yol açan sonuçlarına cevaben sürdürür. Kırmızı’da ise tüm yolların sonu görülmüş ve hatta Almanya yeniden birleşmiştir. Artık 68’den de, 1974’den de farklı bir dünya ile karşı karşıyayızdır. Sovyetler Birliği ve Demokratik Almanya tarihe karışmış, birleşmiş Almanya gözlerini yeniden daha geniş alanlara dikmeye başlamıştır. Timm tarihe artık geniş bir ufuktan bakmayı denemekte, muhalif tarihe, devrimci özlemlerin akıbetine ve kişilerin hayal kırıklığına bakmaktadır. Kendi hayal kırıklığına da. Buna rağmen “Alman tarihini harabe haline getirme” öfkesi arzusu korur. Bu hem geçmişe bir ağıt ve hem de umudun sürekliliğidir.

 

Serinkanlılığın erdemleri

 

Uwe Timm’de açıkça görebileceğimiz bir mesafelilik var. Her türden kesinliğe karşı mesafe, tarihe mesafe ve geçmişe mesafe. Bunlara soğuk bir alaycılığın eşlik ettiği de oluyor ama alaycılık da mesafelidir. Hayatı açıklayıcı, anlamlı aforizmalar ve fragmanlar da söz konusu değildir. Almanlar için Amerkanizmle birlikte büyük sözlerin çağı da bitmiştir. Yaklaşık 150 yıllık Alman romantizmi geleneği savaşın ardından kayıplara karışmıştı ve artık serinkanlılık dönemi başlamıştır. Böll, Lenz, Grass, Bender ve diğerleri için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Edebiyata bir coşkusuzluk ve serinkanlılık gelip yerleşmiştir. Geçmişin ve toplumun eleştirisi hicvi öne çıkarır. Aşılamayan geçmiş karanlık bir hicvin eşliğinde geçersizleştirilmeye çalışılır ve taraflar belli bir mesafede eşitlenir

Köşedeki bakkal eski bir SS subayı, mahallenin emlakçısı eski bir parti memuru, komşu kadın eski Hitlerci kadın kolu üyesidir. Toplum henüz birkaç yıl önceki geçmiş yokmuş gibi davranmaktadır. O yüzden geçmişle hesaplaşma kapı komşusuyla hesaplaşmanın sessizliği ile yaşanmaktadır. Serinkanlılık bu donukluğun adıdır. Timm ya da diğerlerini okuduğunuzda kendinizi tamamıyla içeride bulamazsınız. Tamamıyla başka türde bir yazar olan Sebald’de bile böyledir bu. Serinkanlılık ve coşkusuzluk kendiliğinden bir derinlik ve görelilik duygusu yaratır. Acı bile bu mesafede çözünerek sıradanlığa dönüşür. Zalimlik de öyle. Alman sömürgecilik tarihinin iç yüzüne yönelik oldukça sert roman olan Morenga (1978) bile zulmü görelileştirir. Sömürgeci askerlerin, misyonerlerin ve elbette yerlilerin dünyası ortak bir anlamsızlık içinde kavrulmaktadır. Namibya’daki sömürgecilerin, misyonerlerin bu ilkimdeki anlamsızlıkları kitabı büyülü gerçekçilik denilen türe yaklaştırır. Ne isyan eden yerliler tanrısaldır ne de misyonerler. Adalet bile uzun zaman içinde görelileşip anlamsızlaşır. Serinkanlılık olanlara belirli bir yükseklikten bakma biçimidir ve öfke bu yükseklikte eriyip gider. Timm’in arşivi ve belgeleri kullanma yöntemi de bu ufkun bir tezahürü olarak görülebilir. Arşiv kesin hakikate ulaşma gayretini değil kişilerin anlarına ulaşma çabasıdır. Bir anlamda bireysel gerçeklerden bütünün temsiline ulaşmaya çalışıyor diyebiliriz. Yoğunlaşmış anların anlatımı yoluyla bütüne dair dair duygu oluşturmak. Boşluklarda lekeler oluşturmak. Lekeler her durumda rahatsız edicidir. Yani “konuşan durumlar” bizi yüzleşmeye zorlar. Ama bütün kesin değil parçalı ve bulanıktır. Bireysel yazgıların bütünü temsili iddiasından da söz edemeyiz. “Bellek bir projektör gibi çalışıyor, polis arabalarının üzerinde bulunan o hızla hareket edebilen, içeriden döndürülebilen projektörler gibi, her şeyin aydınlatılması, keşfedilmesi gerekiyor, burada aydınlatılan, geçmiş; ışık, yerlerin, durumların üzerine düşüyor, bunların içinde hareket eden insanları, tavırlarını, özelliklerini aydınlatıyor, sonra diğerleriyle karşı karşıya getirilip kıyaslanıyorlar, ayrıntılar araştırılıyor: koku, devinim, ses, konuşma. Şablonlar üst üste getirilip karşılaştırılıyor ve işte, işte orada.” Böylece “konuşan durumlar”ın izi sürülmeli bir tür süreklilik kazanmalıdır. Aslında projektörün - çeviriden saparak ışıldak diyelim, biraz önce geçtiği yer şimdi karanlıktadır. Gölge ve karanlık biraz önce aydınlatılan yeri izleyip, hemen zapteder. Ama Uwe Timm ışığın izini takip eder. O da bilir ışıla aydınlanan yerin hemen sonra karanlıkta kalacağını, önemli olan izin yolunu takip etmektir yani. Bu anlamda kahramanların yaşamlarını da her yönüyle, tüm sürekliliği ile tanımayız, onların aydınlatılmış, bir süreliğine projektöre yakalanmış anlarını görürüz.

 

Tarihle konuşmak

 

Uwe Timm için Almanya tarihini sorgulamak, onun önemli anlarına gidip gelmek bir anlamda tarihi yeniden gözden geçirip hesaplaşmaktır. Her kişinin tarihi bir kez de kendisi için baştan sona yaşaması gerekliliği gibidir bu da. Tarihi baştan yaşamak, bireysel tarihin yeniden ele alınmasının bir başka yüzü, tamamlayıcı bir bileşenidir.

Yakın geçmişin irdelenmesi kuşkusuz bireysel tarihi, bireyi birey yapan tarihi aslında kişinin hayat hikayesini kurcalamaktır. Kardeşimin Gölgesinde’de (2003) Waffen SS eri olarak Rusya cephesinde savaşıp ölen ağabeyin güncesi üzerinden ülkedeki mevcut sessizliğe bakılır. Timm ağabeyini gerçekten de savaşta yitirmişti. Olaylara katılıp yaşayanların yaşanan suçlara ilişkin tavrı da mesafelidir ve ağabeyin güncesi de tıpkı savaş sonrasında Almanların anıları gibi boşluklarla doludur. Korkunç suçlar zihinlerdeki boşluklarda serpilip sonuçlanmıştır ve hâlâ oralarda gizlenmektedir. Boşluklara karşı her hamle sonuçsuz kalır. Haliyle pişmanlık da söz konusu değilir. Olanlar hep bireylerin dışında bir yerlerde gelişmektedir ve acının sözü dahi edilmez. Timm anılarında boşluklar oluşturanların pişmanlıklarını da gerçekçi bulmaz. O insanların belleklerindeki boşluklarla birlikte yaşayabildiklerinin hatta belki bu boşlukların onların en kutsal yerleri olduğunun farkındadır. Hiçbir fail pişman olmayacak ve özür dilemeyecektir. İki tavır vardı: Sözünü bile etmemek ve biz bilmiyorduk demek. “Sadece incinmiş değil, aynı zamanda hasta bir nesildi; yaşadığı travmayı gürültülü bir yeniden inşa sürecinde bastırmıştı. Olup bitenler basmakalıp sözler içinde kayboldu: Cani Hitler! Dil, sadece failler tarafından değil, kendileri hakkında 'bir kez daha kurtulduk' diyenler tarafından da alenen kötüye kullanıldı. Böylece bir kurban rolüne büründüler.” “Tek başarısızlığa uğrayan baba değildi, onunla birlikte bütün 'değerler sistemi' başarısızlığa uğramıştı. Üstelik baba bizzat, diğer pek çokları gibi - direnç göstermiş az sayıdaki kişi dışında, neredeyse herkes – bu değerlerin yıkılmasına katkıda bulunmuştu. Buna verilen tepki, inat ya da bastırmaydı. Israrlı sorular baba tarafından bununla çürütülürdü. Hiçbir fikrin yok. Sen bunu yaşamadın. Ama o yaşamıştı, ağabey. Tüm bunları çekmişti. Kendini kurban etmişti.” Faillerin kendini kurban olarak görmesi elbette Almanlara özgü değil. Hemen herkeste yaşanmışlığın bir tür dokunulmazlık kazandırdığı duygusu vardır.

 

Gölge

 

Yarıgölge (2008) neredeyse mesafeye adanmış bir kitap. Mesafe araya girdikçe her şey eşitlenir. Birbirine dönüşür ve kurbanla katilin birer özelliği kalmaz: “Onlar akıllarında kalanı anlatıyorlar, her zaman anlattıklarını. Ama artık bu da yavaş yavaş solgunlaşıyor. Anımsamanın korkunç yanı tekrarlardır. Hep aynı şey çıkar karşına. Bu da cehennemdir. Her şey yapılmış bitmiştir. İçinde bulunulan sonsuz an ise katlanılır gibi değil. Suç yok, bağışlama yok. Sadece iyi olanı bilirsek kötü olanı nasıl çıkartırız? Biri diğerinin içinde değil midir? ... Burada her şey aynı. Bombalardan zarar görenler, bodrum katlarında yananlar, kurşuna dizilen tutuklular. Kurbanlar ve katilleri. Burada hala düzen içinde, gösterişli anıt taşlarıyla. Diğerleri arkada yatıyor. Karışık olsa da daha önce dediğim gibi, yine de bileşik.” Bu cümleler tarihi Alman askeri mezarlığı için söyleniyor ama Timm’in dünyaya bakışı olarak da algılayabiliriz bunları. “Karanlık ancak gölge sayesinde kendini görünür kılar ve sonsuza dek değişmeyecek bir sessizliğin hükmü altına girer.” Gölgede ne bulabiliriz? Kesinliğin, aydınlığın reddini. Peki burada karanlığın vurgulanması ne anlama geliyor? Mutlak hiçlik? Kırmızı’daki projektör benzetmesine dönersek gölge karanlıkla projektörün aydınlattığı bölge arasındaki alandır. Karanlığı ancak öyle fark edebiliriz aslında hatırlananları da. Böylece artık hiçbir şey kesinlik, tam olarak kesinlik kazanmaz. Sanki zamanla her şey de “değişmez sessizliğe duyulan arzu”da erimiştir.

Timm bir büyülü gerçekçilik yazarı değil elbette fakat örneğin Mo Yan’ın acıyı ve felaketleri ardı ardına yığıp, anlamsızlaştıran tutumuyla bir akrabalığı da var. Mo Yan’da felaketlere karşı bir süre sonra duyarsızlaşırız, Timm’de ise bu sessizlik yoluyla kendini gösterir. Fakat özünde mesafe, yazarın olanlara ve geçmişe mesafesi, kendini olayların içine fırlatmayışı, tarafların dışında durma çabası. Belli bir mesafeden tüm taraflar ve acılar anlamını yitirir çünkü. Olmuş olan değerini yitirerek gölgeye dönüşür. Orada artık bir anlamsızlık olarak karanlıkla karşılaşırız. Edebiyat artık karanlıkla, hiçlikle yüzleşme denemesi haline gelir. Ama bu deneme savrukluğa götürmez, büsbütün ciddi, düzenli ve soğuktur. Bağırmaz da. Hatta büyük sözlere küçümseyerek bakar. Timm büyük şeyleri anlatmanın en iyi yolunun küçükleri anlatmak olduğunu öne sürüyor gibidir. Bu bir tevazu denemesidir. Her şeyin yok olup gideceğine, acıların ve kavgaların hiçlikte anlamsızlaşmak zorunda oluşuna, yaşamın değerine karşı bir kuşku belirir.

 

İnsan kalmak

 

Timm gençliğin devrimci fırtınasının, dünyanın olduğu gibi yerinde duruyor oluşundan sonra tek tek safraları atmak, zihnindeki sorunsallarla tek tek hesaplaşıp defterleri kapatmak niyetinde gibidir. Buna safraları atmak da diyebiliriz: “Fotoğraflar var mı? Hayır, hepsini attım. Üç yıl önce, bütün safralarımı attığım sırada. Böylece balonu tekrar binilebilecek hale getiriyorsun.” “Eğer yükselmek istiyorsan safra atmalısın. İnsan ayrılmayı bilmeli, özellikle de bizi bağlayan şeylerden kendimizi özgürleştirmeliyiz, bizi tutmak, bağlamak isteyen şeylerden. O zaman hafifleriz.” Tabii ondan sonra yeni safralar ediniliyor. Ama ya her şey safralardan ibaretse? Safralar atıldığında ise geriye hiçliğin tadını çıkartmak kalıyor.

Kuş Çayırı’nda (2013) artık tarihle hesaplaşma bitmiş gibi görünüyor, söz konusu olan aşk, ihanet ve pişmanlık. Yani kişisel hesaplaşmalara, evrensel bireysel dertlere dönülmüştür. Tüm yaşananlar bir felaket dokusu olmaksızın akıp geçer ve kimse kendine yazıklanmaz. Timm’de yazıklanmamak ve kendine acımamak esas. Aslında başkasına acımamak da esas. Acımamak zalimlikten değil, yaşanmışlığın anlamının zamanla yiteceğine dair bir ufuktan kaynaklanıyor. Belki buna olanların üzerine çıkış ve yargının giderek sönümlenmesi de diyebiliriz.

Mesafelilik ve gölgelerle haşır neşir olmak çoğu insanda giderek ideolojiler üstü bir yere doğru evrilmeye başlar. Timm ise büyük sözlerden kesin anlamlardan uzak kalmaya çalışsa da hesaplaşma çizgisinde kalmayı sürdürür. Onun hesaplaşması derin bir öfkeyle sarmalanmış değil ve mesafe her zaman bir anlayışlılık düzlemini koruyacaktır. Başka benzerleri aynı mesafelilikle insanlığı yerin dibine batırma çabasındadırlar. Timm’de ise her şey keskinliği kendisinden uzakta tutuyor. Sonuçta gölgelere, ışıldağın aydınlattığı yerleri izleyen karanlığa rağmen muhalif tutumunu kaybetmemeyi de başarıyor. Zaman döner ve çelişkiler evrensel boyutlarında kalmayı sürdürürler. Onu değerli kılan hem gölgelerin ve hiçliğin farkında olmak hem de insan kalmaya, umudu taze tutmaya çabalamak. Bu zor bir denge. Edebiyat bu dengenin yollarından biridir: “Güzellik yoluyla gerçeğin zehri alınır ve andan uzaklaştırılır. Sanatta olan biten, hiçbir yükümlülüğün altında değildir.”

Uwe Tim hatırlamaya, boşluklarda gizlenenleri an parçaları halinde, izler ve lekelerle ortalığa sürmeye çabalar ve beliren izlerin zihinde oluşturacağı bütünlüğe inanır. Anların arasındaki boşlukların bir hatırlama edimi olduğu düşüncesidir bu. Tarihi baştan başa yeniden yaşamak zorunluluğumuz bir hatırlama ve anma zorunluluğudur.

 

 

Sıcak Yaz. Çeviri Zehra Aksu Yılmazer. Can Yayınları, 2008.

Kırmızı. Çeviri İlknur İgan. Can Yayınları, 2008.

Morenga. Çeviri Yasin Güçhan. Can Yayınları, 2010.

Kardeşimin Gölgesinde. Çeviri Ayça Sabuncuoğlu. Can Yayınları 2011.

Yarıgölge. Türkçesi Melike Öztürk. Can Yayınları, 2012.

Kuş Çayırı. Çeviri Ayça Sabuncuoğlu. Can Yayınları, 2016.

 

 

 

 

 

bottom of page