top of page

Kağıt Cephe

I. Dünya Savaşı ve edebiyat

Ömer F. Oyal Duvar Sayı 17, Kasım - Aralık 2014

 

Gökyüzündeki bulutları çoğunlukla görmezden geliriz, görmek istemeyiz. Felaketin yaklaştığına inanmak istemeyiz. Hayat her zamanki akışında seyretmektedir ne de olsa. Gündelik alışkanlıklar, dertler sürüp gitmektedir. Dünyanın ve hatta ülkenin başka yerlerinde tatsız şeyler olmaktadır tabii ama onları görmemeyi tercih ederiz. İnsan süreksizliği kaldıramaz.

Aharon Appelfed'in Badenheim 1939'unda Yahudiler festivalleriyle ünlü tatil kasabası Badenheim'de tecrit edilmişlerdir. Onlara buradan Polonya'ya sevk edilecekleri ve yaşamlarına orada devam edecekleri söylenmektedir. Bazıları Polonya'ya gitmek üzere topluca tren istasyonuna götürülürken emeklilik haklarının devam edeceğini ummaktadırlar:

“- Ama emekliliğin eşiğindeki yıllar kritiktir. Haklarını muhafaza etmek en iyisi. Bana sorarsanız elimde olsa ben de erken emekli olurdum, ama şirket çok katı, çalışanların kanını emiyor. Ben şu ana kadar tam yirmi yıldır, tek bir gün bile kaçırmadan çalıştım. Önümüzdeki ay süreli yıllık izin var. Karıma Mayorka'da bir tatil sözü verdim. İnanın bana bunu hak ediyorum.”

- Sence Polonya'da bir şeyler biriktirebilir miyiz?”

- Tabii ki. Orada her şey çok ucuz ve maaşlarımızı Avusturya parasıyla almaya devam edersek kenara epey para koyabiliriz.”

 

Son barış yılı

 

1871'den I. Dünya Savaşı'nın başladığı 1914'e kadar Avrupa devamlı bir yükselişteydi. Her anlamda. Belki de tarihteki en uzun barış dönemi yaşanıyor ve modernizm her alanda yeni hamlelerle serpiliyordu. Güzel günlerdir.

Tüm felaketler çok uzaklarda yaşanıyordu. Gerilimin giderek yükselip savaşa dönüştüğü Balkanlar'ın iklimi çok uzaklardaydı. Balkan Savaşları'nın dehşeti Batı'da uzak ve barbar memleketlerin tatsız gündemleri olarak gazetelerden izleniyordu. Bu kayıtsızlığın Habsburg İmparatorluğu gibi bir ayağı Balkanlar'da olan bir ülke için bile geçerli olması ilginçtir. Batı Avrupa'nın düşün, yazın ve sanat dünyası bulutların toplanmasını hiç de ciddiye almıyordu.

1913 – Bulutlar Toplanıyor adlı kitapta son barış yılının fotoğrafını gördüğümüzde savaştan sekiz ay önceki dünya bu mudur diye hayretler içinde kalıyoruz. Ağırlıkla Almanca konuşulan ülkeler çerçevesindeki düşünür, yazar ve sanatçılar, siyasetçilerden ve askerlerden başka bir dünyada yaşıyorlardı. Kitapta Musil'den, Kafka'ya; Rilke'den, Picasso'ya; Freud'den Kokoschka'ya, Kirchner'den Nolde'ye kadar geçen yüzyılın hemen tüm önemli zihinleri gündelik dertleriyle önümüzden resmigeçit yapıyor.

Tüm farklı dertlere rağmen yine de ortak temalar mevcuttur. İlerlemeden bıkkınlık, modernizmin yarattığı sıkıntıların aşılması çabası, ruhanilik gayreti, kendini aşma gayreti bu kişilerin hemen hepsinde ortaktı. Kathe Kollwitz “ne de olsa 1913 oldukça zararsız geçti, ölü ve miskin değil, hayli fazla manevi hayat vardı” derken gelecekten habersiz bir bilanço çıkartıyordu. Fakat zaten gelecekten habersizizdir ve 1913 yılında barış hâlâ ebediymiş gibi görünmektedir. Orta Avrupa'nın göllerinde yaz gezileri, Venedik, İtalya ve elbette Paris. Avrupa'da herkes hareket halindedir. Resim sergileri, tablolar ülkelerden ülkelere taşınıp durur. Aşklar, karşılıksız aşklar, ihanetler bilindik mecralarda seyreder. Thomas Mann sakin sakin Büyülü Dağ'ı yazmakta, Habsburg İmparatoru bile pek bir şeyin değişmeyeceğini ummakta, sürek avı partileri tüm hızıyla sürmektedir.

İnsan bu yaşam parçalarını okuduğunda gelecek hakkında ne kadar savunmasız olduğumuzu derinden hissediyor. Gelecek gündelik dertlerimiz ve tutkularımızla alay etmektedir adeta. Musil'in dediği gibi: “Ulrich kaderi öngörüyordu oysa kaderden haberi yoktu.”

Tabii karanlık günlere dair kehanetler de yok değildi. Bazıları Batı'nın sonunun gelmekte olduğunu müjdeleyip edip duruyorlardı. Bu karanlık kıyametçilerin genellikle muhafazakar kanatta oluşu da ilginç. Dünya hızla değişirken altlarındaki zemin kayan muhafazakarlar için tüm gelişmeler Batı'nın yozlaşmışlığına, asli durumundan uzaklaşmasını işaret ediyordu. 1913 yılında Spengler harıl harıl Batının Çöküşü üzerine çalışmaktadır. 1914 yılına bağlanan yılbaşı gecesinde şunları yazıyordu: “Çocukken yılbaşı gecesi Noel ağacı talan edilip ortadan kaldırılınca ve her şey eskisi gibi kuru kuruya kalınca neler hissettiğimi hatırlıyorum. Bütün gece yatakta kendi kendime ağlardım, bir sonraki Noel'e kadar yaşanacak uzun yıl, çok uzun ve can sıkıcıydı... Bugün bu yüzyılda olmak beni bunaltıyor. Kültür, güzellik ve renk adına ne varsa talan ediliyor.” Bu cümleler tam da ondan beklenecek cümlelerdir. Tabii onun gibileri dinleyene pek rastlanmıyordu. O yıllarda “ilerleme denilen eski hikaye”nin eskiliği epeyce tartışmalıydı.

 

Savaş coşkusu

 

Avusturya Arşidükü Franz Fredinand ve karısının Saraybosna'da suikaste uğraması bile Avrupa'yı barış rüyasından uyandırmaya yetmemişti. Öbür yandan gerilimin giderek yükselişi Saraybosna Suikastı öncesinde bile belliydi. Herkes hazırlanıyordu: Almanlar, İngilizler, Ruslar ve Fransızlar. 1913'deki yazar ve sanatçı takımının ilgi alanına girmese de orduların hızla silahlanışı, yeni savaş gemilerine yatırılan fonlar muazzam miktarlardaydı ve başkentler kaçınılmaz savaşın hesapları içindeydiler.

Nihayetinde Ağustos 1914'de seferberlik ilanlarının arka arkaya yayınlanmasıyla patlayıveren savaş coşkusu da bir önceki yılın mıymıntı ruh hali ile tam bir tezat halindedir. Almanca konuşulan dünyanın tüm tren istasyonlarında “Die Wacht am Rhein” (Ren Bekçisi) çalınıyordu. Kitlelerin savaş havasına sokulması her zaman için kolaydır ve bu bir salgın gibi kısa zamanda her yere sirayet ediverir. Yazar, sanatçı ve düşünür takımı da bundan azade değildir.

Belki modern zamanlarda ilk kez böylesine bir kitle güdümü söz konusuydu. Yani toplum ilk kez savaşa dört başı mamur bir propaganda gayreti ile hazır edilmekteydi. 1913'de görülen bir Paris'te bir Münih'te açılan sergilere, tabloların oradan oraya taşınmasına, kitapların çevrilmesindeki rekabete rağmen henüz Avrupa birbirine karşı önyargılardan sıyrılabilmiş değildi. Ancak çok sınırlı sayıda kişi Paris ya da İtalya'ya müzeleri görmek için gidiyordu. Yabancı dil bile anlaşabilmek için değil ticari pazarlıklar için öğreniliyordu ve toplumlar başka toplumları ancak gazete ve dergilerden tanıyabiliyorlardı. Basın daha o günlerde bile önemli bir çarpıtma alanıdır. Kalabalıklar bir yandan bankalardan altınlarını marklarını çekerken öbür yandan da süslenmiş savaş araçlarına, konvoylara “yaşa” naraları atıyorlardı.

Savaş isterisi içinde II. Wilhelm'in “artık parti tanımıyorum, Almanları tanıyorum” sözü (Rusya'ya savaş ilanından yarım saat önce söylenmiştir) defalarca tekrarlanıyor, bilim insanları, yazarlar, düşünürler, gazeteciler savaşın kaçınılmazlığından dem vurup Almanya ve Avusturya'nın neden haklı olduğunu izah etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Zafer kesindi ve kurtuluş, ahlaki yenilenme, büyük temizlik getirecek, halka yeni değerler, yeni bir öz bilinç, yeni bir beraberlik ruhu kazandıracaktı. Georg Simmel savaşı, tüm bulanık zamanların ardından “zamanın dönümünü” taşıyan, “yeni insana, tamamen yenilenen insana” götüren dolaysızlık, benzersizlik, mutlaklık ve bütünlük deneyimi olarak betimliyordu.

Herkes cepheye gitmek istiyordu; hatta Musil'in dediğine göre cepheye gitmesine izin verilmediği için kendini trenin önüne atanlar bile vardı: “Şair ve düşünürler milleti cephe grisi zırhını giydi ve bir kahraman milleti haline geldi.”

Tüm bu isteri, büyüklüğe katılarak bireysel kaybolmuşluktan kurtuluş çabasıydı da aynı zamanda. Böylece Max Beckmann, Otto Dix, Alfred Döblin, Max Ernst, Ernst Jünger, Ludwig Kirchner, Oskar Kokoschka, Karl Köwith, Franz Marc, Erich Maria Remarque, Joseph Roth, Arnold Schönberg, Gerorg Trakl, Hermann Hesse, Hermann Broch, Robert Musil, Reinhard Sorge, Ludwig Wittgenstein gibi kişilikler gönüllü olarak orduya yazıldılar. Hermann Hesse ve Hermann Broch başvurularına rağmen uygun bulunmayarak çürüğe çıkartıldılar. Stephan Zweig bile bu isterinin dışında kalamamıştı. Yukarıda saydığımız isimlerin pek çoğunu andığımız 1913 adlı kitapta ruhsal iç sıkıntıları, yaratı bunalımları, dolambaçlı aşk hikayelerinin çıkmazlarında görebiliriz. 1913 – Bulutlar Toplanıyor'daki güncel yaşam fragmanları bu coşkunluktan gerçekten de olabildiğince uzaktır.

1914'de ise herkes “savaşın ne kadar güzel ve kardeşçe olduğunu, savaşçı ve fatih ruhunun arsızlığını şaşkınlık ve mutlulukla” hissediyordu. Birey artık hiçtir, toplumsal coşkunlukta erimek ise her şey. 1913 yılını tutuk aşk maceralarıyla yeyip bitirmiş ve evlenmekten kıl payı kurtulmuş Kafka bile bu salgından bağışık değildi. Almanların kazanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Buna rağmen tabii ki Kafka gelişmeleri kendisine özgü bir soğukkanlılıkla değerlendirecektir. 2 Ağustos'ta yani savaşın başladığı günde günlüğüne şu basit ve kuru cümleleri not almıştı: “Almanya Rusya'ya savaş ilan etti. Öğleden sonra yüzme okulu.” Kafka da yine beklenebileceği gibi işe yaramaz bulundu ve seferberliğin dışında tutuldu.

Tabii çoğu kişinin görüşleri 1915 başlarından itibaren değişecektir. Stephan Zweig sonraları savaşın ilk yılında yazdıklarını inkara edecek, Hermann Hesse koyu bir pasifist olacak, Erich Maria Remarque anıtsal savaş karşıtı romanını yazacaktır: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok! 1913 yılında Brecht henüz 15 yaşındadır ve şöyle şiirler yazmaktadır: “Şarkısını söylesin rüzgar: / Yaptın sen vazifeni! / Cenk ederken öldün / sen ey sadık Alman eri.” Thomas Mann da “hiç beklenmedik böylesine büyük olaylara tanık olabildiğimiz için insanın mutlu olması gerekmiyor mu?” demektedir. Savaştan sonra çok genç yaştaki Brecht'in de, olgun yaştaki Mann'ın da aklı başına gelecektir.

Tüm bu hezeyanda romantizm yeniden hortluyordu diyebiliriz. Uzun barış döneminin ruhları çürüttüğü iddiasının bir karşılık bulduğu ortadaydı. Alma Mahler'e olan tutkulu aşkının karşılık bulmaması üzerinde kadının gerçek boyutlarda kuklasını yapıp geceleri yatağını onunla paylaşan Kokoschka bile savaş rüzgarını kesinlikte temizleyici bulmuş olmalıdır. Savaş kişiyi kendi dünyasından kurtarıyordu. Wittgenstein bile düşmanla ilk kez karşılaştığında “Şimdi temiz bir insan olma fırsatım var, çünkü ölümle yüz yüzeyim” diye yazıyordu. “Belki de ölümün yakınlığı yaşamı aydınlatacaktır. Tanrı bana yol göstersin.” Herkes olduğundan başka biri olmaya çalışıyordu.

 

Büyük umutlar

 

İçinde bulunduğumuz günlerde Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'na girişinin tam 100. yılını idrak ediyoruz. 30 Ekim 1914'de Goben ve Breslau zırhlılarının Karadeniz limanlarını bombalamasının ardından Rusya Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etti. Ertesi gün de Osmanlı Devleti yine bir savaş ilanı ile yanıt verdi.

Osmanlı'da Batı'nın aksine bıktırıcı bir barışın, can sıkıcı refahın zerresinden söz edilemezdi. Modernizmin yaşadığı iç kırıklıkları, dünyanın büyüden arınmasına dair mızlanmadan, yazarların eserlerinde uzun uzun dile getirdikleri oturmuşluktan ve güvencenin getirdiği bıkkınlıktan da söz edilemezdi. Osmanlı'nın sıkılacak zamanı yoktu. Bir yandan emperyalizmin sürekli sıkıştırmaları, bir yandan imparatorluk içindeki ulusların bağımsızlık savaşları bir yandan da iç politik mücadelelerle sarsılan imparatorluk arka arkaya derin travmalar yaşıyordu. 1913 – Bulutlar Toplanıyor'da Viyana'lı yazarların Venedik'te buluştukları sıralarda Ömer Seyfettin Yunanlılara ait bir kampta savaş esiri durumundaydı. Bir başına bu bile iki dünya arasındaki ayrımı vurgulamaya yeter. Osmanlı'da Venedik'te Ölüm gibi kitapların yazılabileceği bir ortam söz konusu değildir.

Halbuki 1908 Temmuz'u ne ümitlerle başlamıştı. Şahabeddin Süleyman II. Meştutiyet'in ilanını denizde öğrenmişti: “Haydarpaşa Vapuru’nda bulunuyordum. Elimde o zamanın (...) gazetelerinden biri bulunuyordu. (...) Vapurda herkeste bir tereddüd, bir havf, bir kararsızlık vardı. Bir heyet-i ictimâiyede bu gibi hâlet-i rûhiye sükûtile, süküt-ı garib ile, çehrelerdeki tesirât ile kemen kendini ihsas eder. Teblîgât-ı resmîye sütununda Kanûn-ı Esâsî’nin tekrar ilân olunduğunu gördüğüm zaman inanamadım, aldanıyorum zannettim... Korkuyordum... Acaba bu gazete yanlış yazmasın dedim. Bir başkasını aldım... Onda da öyle... Beklenmeyen, yahut uzak zannedilen bir saadet karşısında bulunmaktan mütevellid bir hayretle, mahdûdiyet-i tefekkürle bulunduğum yerde donmuş, çivilenmiş gibi kaldım. Etrafımdaki çehrelerde de aynı hal vardı. Herkes ma’yûb bir şeyden bahsediyormuş gibi... Tanıdıklarına o satırları gizli, itinakâr bir surette gösteriyordu.”

Hüseyin Cahid, 10 Temmuz’u “iki cihetten mukaddes ve muhterem” buluyordu: “Bir kere, istibdadın mahv olarak hürriyetin ilân olduğu günü hatırlatıyor. Sâniyen, kalplerimizi lebrîz-i ümîd ederek çalışmak için bize yeni bir cesâret veriyor.” Recaizade Mahmut Ekrem, gazete haberinin şokunu üzerinden attıktan sonra kendi ifadesiyle sokağa fırlar: “İkindiye doğru sokağa fırladım. Bütün insanların hareket ve evzâını, çehrelerinin hâlini tetkike koyuldum. Herkeste meraklı bir durgunluk sakin bir tecessüs hali. Gizli konuşmalar, fısıltılar... Nihâyet hakîkat anlaşılmıştı. Kanûn-ı Esâsî –haşa!- iâde buyurulmamış (...) darb-ı dest-i hamâset ve hamiyyetle cebren ve kahren geri alınmış, zavallı milleti otuz bu kadar seneden beri zebûn ve nâlân eden zincir-i esaret parçalanmış; hürriyet, adalet, uhuvvet, müsâvât, bu erkân-ı erbaa-i selâmet ve saadet vatan ve millete temin olunmuş! Ooh! Rabbim, ne büyüksün!”

Tabii bu sevinçler uzun süremeyecektir. Trablusgarp Savaşı'nın ardından I. Balkan Savaşı patlamış ve onu 1913'de ikincisi izlemiştir. Devamlı yenilgilerle sarsılan ve Balkanlardan göç alan İstanbul'da hava epeyce ağırıdır. İttihat Terakki baskısının II. Abdülhamid'i aratmadığının anlaşılmasıyla sessizlik daha da yoğunlaşmıştır.

 

Ezeli kimlik sorunu

 

“Balkan felaketi” Osmanlı kavramının da çöküşü demekti. Bu durumda da imparatorlukta yaşayanların kendilerini hangi kimlik üzerinde tanımlamaları gerektiği tartışmasının çıktığını göreceğiz. Benzer bir tartışmanın yine çok uluslu bir İmparatorluk olan Habsburg'u sarsması da ilginç. Hiçbir ulusun savunmadığı, bu anlamda toplumsal taban olarak sahipsiz kalan Habsburg İmparatorluğu'nda devlete sadık tek kesim neredeyse Yahudilerdi. Bu kadar çok Yahudi asıllı yazar, ressam ve düşünürün gönüllü olarak orduya katılışının ardında yatan gerçek budur. Osmanlı'da ise Sırpların, Bulgarların, Yunanlıların bağımsızlığı kazanmalarının üstelik de Osmanlı ordularını yenmelerinin ardından “ihanet” duygusunun yaygınlaşması da benzer bir sorun yarattı. Bu devletin kimliği ne olacaktır? Alman İmparatoru II. Willhelm artık sadece Almanları tanıyacağını söylüyordu ama Sultan kimleri tanıyacaktı? Yani yüz yıllık tartışma ve yüz yıllık çözümsüzlük. Artık Anadolu'dan Arap Yarımadası'na kadar uzanan İmparatorluk hızla bir ulusal kimlik icad etme koşusuna başladı. Avrupa'da modernizmin serpildiği, resimde, yazında yeni tarzlar bulunmaya çalışıldığı dönemde Osmanlı'da eli kalem tutan hemen herkes ülkenin akıbetinin ne olacağını tartışmakla meşguldü. Türkçüler, İslamcılar ve Batıcılar arasındaki hararetli tartışmadan daha önemli hiçbir şey yoktu. Tabii “Batı'nın nesini almalıyız” tartışması da buna eşlik ediyordu.

II. Balkan Savaşı'ndan I Dünya Savaşı'na geçiş yıllarında kayıp geçmiş, pastoral hatıralar falan da söz konusu değildi. Yaşanan bir kabustan bir başkasına doğrudan geçişti.

İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) artık Türkçülüğü önüne koyuyordu, imparatorluktaki diğer halklardan hayır yoktu. Osmanlı'nın milliyeti Türk olacaktı. İTC Merkez yöneticisi Ziya Gökalp'in önderliğindeki bu akım yani millicilik savaş boyunca ülke yazınına hakim oldu demek yanlış olmayacak. Kahramanlık şiirleri, fedakarlık kasideleri arasında savaşa girildi. Dönemin hemen hiçbir yazarı bunun dışında kalamadı. Düşün ve yazın hayatında uğraşanların hepsi devletle memuriyetle alakalı kişiler oldukları için insanların bireysel varlık nedenleri de devlete bağlıydı. Meşrutiyetten sonra bir eser patlaması yaşanmıştı ama öyle görünüyor ki bu basılan eserlerin büyük çoğunluğu II. Abdülhamid baskından dolayı rafa kaldırılanlar, çekmeceye tıkılanlardı. Fakat bu savaş ve millicilik ortamında yazıp çizen hemen herkesin İTC'nin peşine takılmak zorunda oluşu bir kuraldır. “Edebiyat milli amaçlara hizmet etmeli ve yeni bir milli kimliğin çatısını kurmalıdır.” Böyle olduğunda devletten bağımsız sanattan söz edebilemek gayet zordu. En bağımsız kişilikler bile “milli edebiyat” çeperine çekiliyordu.

 

Sipariş edebiyat

 

I. Dünya Savaşı ile ilk kez kitlesel propaganda da gündeme geldi. Kamuoyunun kazanılması çabası savaşın sürdürülebilirliğinin önemli bir bileşeni olmuştur. Avrupa devletleri hem cephedekileri teşvik etmek hem de cephe gerisindeki halkı yeise sürüklememek, savaşın ne denli haklı olduğunu, orduların ne denli özverili bir şekilde çarpıştıklarını sergileme çabasında birbirleriyle yarışıyorlardı. Düşman mezalimini ve kendi ordularının medeniyetini vurgulamak bu propagandanın önemli bir bileşeniydi. Avrupa'da kimse “uygar ulus” olma imajından vazgeçmek istemiyordu.

İTC'nin Almanların desteği ile bir takım propaganda yönetmelerini beceriksizce de olsa yürürlüğe sokuşu millicilik akımıyla çakıştı. “Merkez Ordu Sinema Dairesi” de bu çerçevede yine Almanların teknik öncülüğünde kuruldu. Amaç cephelerden derlenen kısa propaganda filmleriyle ülkenin dört bir yanındaki halkı teşvik edebilmektir. Sinemanın bir propaganda aracı olarak ne kadar önemli olduğu anlaşılmaya başlanmıştı ama çalışmalar belli bir olgunluğa ulaştığında savaş nihayetlenmek üzereydi. Yine Almanların öncülüğünde savaş fotoğrafları sergileri Anadolu turnelerine çıkmaktaydı.

Görsel sanatlardaki tıkanıklıkta iş, yazılarla, şiirlerle, tiyatro oyunlarıyla savaşı ve yeni milli kimliği desteklemeye kalıyordu. İTC'nin tek tek hemen her yazarla görüşüp, yazar toplantıları düzenleyip savaşı ve milliyetçiliği teşvik edici yazılar, şiirler yazılmasını desteklemesi döneme damgasını vurmuştur diyebiliriz. Milli sanat kampanyasında eleştiriye ya da sıkıntıya yer yoktur ve eli kalem tutan herkesten savaşa, kahramanlıklara, Türk'ün erdemlerine dair bir şeyler yazması beklenmektedir. Yine belki de ilk “bindirilmiş yazar” harekatı da bu dönemde yaşandı. Devlet bazı yazarları Belçika'dan Arap çöllerine kadar izlenim derlemeleri, izlenimlerini yazmaları için gönderir. Çanakkale gezisini de bu anlamda anılmalıyız. İçlerinde Ağaoğlu Ahmet, Ali Canip, Celal Sahir, Enis Behiç, Hakkı Süha, Hamdullah Suphi, Hıfzı Tevfik, Orhan Seyfi, Mehmet Emin, Ömer Seyfettin, ressam Çallı İbrahim, ressam Nazmi Ziya, müzisyen Ahmet Yekta'nın da olduğu 17 kültür insanı trenle Çanakkale cephesine götürüldü. Gerçekte katılımın daha yüksek olması arzulanıyordu. Tevfik Fikret'in bile geleceği söylentisi vardı ama bilindiği gibi o sıralarda ağır hastadır. Sonradan yazılıp çizilenler bu gezinin istenen verimlilikte olmadığı izlenimini uyandırıyor.

Genel olarak bir verimlilik sorunu vardı. İTC'nin tüm teşviklerine rağmen ortaya kalıcı bir şey çıkmamıştır. Gerçi sipariş edebiyattan da daha fazlası beklenemezdi. Sipariş bir benzetmeden ibaret değil. Örneğin Yusuf Ziya Ortaç'ın Akından Akına adlı şiir kitabı en iyi kalite kağıda 10 bin adet bastırılıp cephede dağıtılmıştı. Şaire de bu kitap için 220 lira ödenmişti. Bu parayla o dönem dört odalı bir ev alınabilmektedir. İTC'ye muhalif olan Rıza Tevfik'e önerilen rakam ise 10 bin baskı ve ve her nüshaya 2 liradır. Milli edebiyat akımının Mehmet Emin Yurdakul gibi öncüleri zaten kendiliğinden hamaset denizinde yüzmektedirler ama geri kalan büyük çoğunluğun savaşı destekleyici ürünler vermekte zorlandığı görülebiliyor. Ne savaşla, ne millicilikle gönülden bir bağı olmayan gayet kozmopolit bir kişilik olan Abdülhak Hamid bile gönülsüz olarak bu rüzgara uyup millici bir şeyler karaladı. O daha çok eski savaşları anmayı daha uygun görmektedir: Eski Osmanlı hatıralarını. Abdülhak Hamid Balkan Savaşları sırasında Brüksel'de Büyükelçiydi ve Osmanlı ruh halinin epeyce uzağında yaşıyordu. İstanbul'a ancak 1913'de dönmüştür. Cenap Şahabettin ve Süleyman Nazif ise (Batarya ve Ateş) milli hezeyanın bir ölçüde dışında kaldılar. Köşe yazılarını iktidara birazcık uygun hale getirmekten, dillerini biraz sadeleştirmekten ötesini yapmadılar.

Ülkede henüz tam anlamıyla savaş yılı sayılamayacak 1914'de 17 roman ve 50 kısa öykü kitabı yayınlanmıştı. 1915-1918 yılları arasında ise onca teşvike ve çabaya karşın yayınlanan roman sayısı 18, öykü ve kısa roman sayısı 19'dur. Tabii 14 adet de şiir kitabını eklemeliyiz. Şiir kitaplarının isimlerinden bazılarını burada anmak nitelik açısından bir fikir verecektir: Cenk Duyguları (Halih Fahri), Ordudan Bir Ses (Kemal Fevzi), Dicle Önünde (Mehmet Emin Yurdakul), Orduya Arz-ı hal (Mustafa Fevzi). Dönemin bir diğer propaganda aracı da tiyatroydu. Sinemadan henüz yararlanamamanın acısı tiyatro oyunlarıyla karşılanmakta; Türk Kanı, Ya Ölüm ya Zafer!, Kanlı Şeref, Hacı Murat, Kafkas'ta Hilal, Büyük İman, Kafkasya'da bir gece, Sancak Altında gibi oyunlar seyirciye bol göz yaşı döktürüyordu.

Tabii edebiyatın güdülenmesi de bir yere kadardır. İçiniz ne denli milli hislerle dolup taşıyor olsa da ısmarlama yazın bir aşamadan sonra ister istemez tıkanır. İTC'nin tüm gayretlerine rağmen ortaya nitelikli bir şey çıkmaması da bunu gösteriyor. İTC'nin güdülemesinden rahatsız olan ve o sıralar yedek subay olarak Ateş ve Güneş'i yazan Falih Rıfkı Atay'ın şu şikayetleri alıntılanmaya değer: “Okumadığımız resmi tebliğlerin satırlarında menkıbeler, kahramanlar, sanat için yeni renk ve seslerle dolu bir alem yatıyor. (...) Bir kalem, tüfek namlusu gibi istenilen cihete karşı kullanılamaz, gayet hassas bir ibre gibi kendi mukadder cihetini arar. Edebiyatımız, şişireceği yelkenlere inmeyen bir deniz rüzgarı gibi, daima havadan serseri ve yüksek geçiyor..(...) 'Siz gençler ne tembelsiniz, hiçbir şey yazmıyorsunuz' diyorlar. Siz niçin gençleri serbest bırakmıyorsunuz dedim. Memlekette ıstırap ağır basıyor, kimseye Erzurum'dan, Basra'dan bahsettirmiyorsunuz, herkesten ıstırapsız şikayetsiz şeyler istiyorsunuz.” Nitekim Falih Rıfkı “Hükumetin harbini milletin harbinden ayırmalıyız” da diyordu.

Tüm bu dönemde Balkan savaşları dönemi için onca hikaye yazan Ömer Seyfettin'in I. Dünya Savaşı cephelerine dair önemli bir öykü vermemesi de ilginç. O sıralar tüm gayretini köşe yazılarına vermişti ve zaten hastalığı giderek ağırlaşıyordu. Savaşın hemen ardından yayınlan fantastik Efruz Bey hikayeleri onun da kafasının karışmış olduğunu gösteriyor. Ömer Seyfettin hâlâ II. Meşrutiyet dönemi aydınlarının kafa karışıklığı ile eğlenmektedir ama acı bakidir: “On iki sene içinde cihan altüst oldu. Bütün hayat değişti. Avusturya, Rusya gibi Osmanlı imparatorluğu da iflâs etti. Şimdi Arapların, Ermenilerin, hatta Kudüs'te Yahudilerin de ayrı birer devletleri var. Bana gelince; ben ne oldum... Ben... Ben gel zaman git zaman mutaassıp bir milliyetperver oldum. Hayganoş beni sevdikçe ben milletimi sevdim. Anladım ki, aile ile milliyet arasında hiç, hiç bir fark yok.” Romanda asilzade, ortaklaşmacı, köycü, İslamcı, Türkçü, Osmanlıcı, Batıcı, halkçı olmak üzere kılıktan kılığa giren Efruz Bey'den, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ına giden yol benzer tartışmalarla örülüdür.

 

Mutlak sorumsuzluk

 

Tüm bu tartışmalar yaşanırken İstanbul'un ruh durumu ile İmparatorluğun diğer kısmı arasında büyük bir uçurum olduğunu unutmamak gerek. Tüm gayretlere rağmen savaş halk tarafından pek de benimsenmemişti. Çanakkale'deki savunma zaferi hariç diğer cephelerinin hiçbiri heyecan uyandırmıyordu. Ne Galiçya Cephesi, ne Kafkasya felaketi, ne Arap çöllerindeki uzun savaşlar ülkede gerçek bir aidiyet hissi yaratabilmişti. Uzaktaki çöl sadece uzamda anlamsız bir noktadan ibarettti. Seferberlik türküleri bile daha önceki savaşlardan, Rus savaşlarından kalmadır. Asker savaşı öyle yabancı yaşıyordu ki, koskoca I. Dünya Savaşı doğru dürüst bir askeri marş bile üretememiştir. Ulus mu, Osmanlı mı olunduğu konusunda kafaların karışık olduğu zamanlarda başka türlüsü de beklenemedi. Falih Rıfkı Atay; “Yaptığımız şeylerin hiçbirinden ne küpte ne gönülde hiçbir iz bırakmamışız! Muhakkak, biz vatana sinmiyoruz, Anadolu'nun hemşehrileri gibi değiliz. Seyyahları gibiyiz... Şüphesiz onlar [Anadolu'lu askerler] cephede yine alıştıkları şeyi yapacaklar. Fakat ne kimseye kahraman diyecekler, ne seferler için türkü yazacaklar” derken herhalde bunu kastediyordu.

Savaş bittiğinde kimsenin seferberliği, İTC ile olan gönül yakınlıklarını, Alman hayranlığını üzerine alınmaması da aynı sürecin doğal sonucuydu. Kimse yaşanan felakette sorumluluk almıyordu. Müzmin muhalif Refik Halit Karay savaş zenginlerini, savaş sırasında İstanbul'daki hamaset edebiyatının ardındaki gerçekleri yazığı romanı İstanbul'un İçyüzü'nü kaleme alıyordu. Bu belki de savaş döneminin tek gerçekçi yapıtıdır. Savaşın çoğunu İstanbul dışında sürgünde, Çorum, Ankara gibi İç Anadolu şehirlerinde mecburi ikametle geçirmişti ve Anadolu'nun yoksulluğunu, İstanbul'daki tartışmalardan ne kadar uzak olduğunu, Anadolu insanının kayıtsızlığını başkentteki pek çok kişiden çok biliyordu. Karay bir gazete yazısında sorumsuzluk iklimini şöyle hicvediyor: “Galiba bu muharebeye ben sebep oldum, memleketi ben batırdım... Ortada kabahatli yok! Kimi görsem 'söyledimdi ama dinlemediler' yahut 'ilk gününden beri bar bar bağırdım kulak asmadılar” diyor; meğerse herkes muharebeye aleyhtarmış, meğerse herkes muharebe aleyhine birbirini ikaz etmiş; meğerse herkesin maksadı, emeli, gayesi sulhmüş... Evet, neferinden paşasına, hademesinden müdürüne, mubassırından müderrisine kadar her fert meğerse muharebeye düşmanmış. Benim haberim yok; zahir, bana emniyet edip söylemezlerdi: 'Bu harpçi bir adamdır, kılıç oyununu, tabanca şakasını sever, kan dökmeye teşnedir, harp ilan olunalı beri de zaten Alman propagandası yapıyor, Mısır'ı zapttan, Hind'i fetihten dem vuruyor. Yanında konuşmayalım!' kararıyla beni fikirlerinden haberdar etmezlerdi... Dedim ya, galiba bu muharebeyi bir ben istemişim, tek başıma ben yapmışım! Ortada kabahatliye benzer kimse görmüyorum.” Aslında bu mutlak sorumsuzluk savaş bittiğine Almanya ve Avusturya'da yaşanandan pek de farklı değildir. Savaşa büyük heyecanlarla katılan Almanya ve Avusturya'lı yazarların anılan döneme ait yazılarını kitaplarının yeni baskılarına eklemediklerini tahmin etmek zor değil. Türkiye'de ise okullarda okutulan hamasi edebiyat hemen hemen sadece bu dönemin eserleriyle temsil edilmeye devam ediyor. Buradan da bazı koşullarda hamasetin nitelik kadar kalıcı olabileceğini öğreniyoruz.

 

“Günün birinde bir sevgi doğar mı dersin?”

 

1913 – Bulutlar Toplanıyor'da Thomas Mann Oscar Bie'yi düzeltmektedir: Büyücü Çırağı'nı değil Büyülü Dağ'ı yazıyorum! Biz de yine Mann ile bitirelim. Mann romanın geçtiği sanatoryum ortamını gayet iyi bilmektedir zira karısı sık sık orayı ziyaret etmek zorunda kalmaktadır. Büyülü Dağ nihayetinde 1924 yılında bittiğinde Mann'ın savaşın büyülü dünyasına dair coşkunluklarının yerinde yeller esiyordu. Geride kalan sadece utanç ve yıkımdı. Romanın son sayfalarında I. Dünya Savaşı başlamıştır ve kitabın kahramanı Hans Castrop cephede yürümekte, düşman ateşinin ve yağmurun altında, düşen arkadaşlarının cesetlerine basarak çamurun içinde ilerlemektedir. Anlatıcı Castrop'u ve diğer askerleri uzaktan izlemektedir: “Bize gelince; biz, yolun kenarında duran ve gölge güvenliğimizden utanan, ürkek gölgeleriz ve ne parıltılı sözler kullanmaya ne de palavra atmaya niyetimiz var. (...) Dünyadaki bu ölüm şenliğinden ve yağmurlu akşam gökyüzünü kızgın alevlere boğan bu çirkin ateşten de günün birinde bir sevgi doğar mı dersin?”

 

 

Yararlanılan kaynaklar

1913 – Fırtınadan Önce, Florian Illies. Çeviri, Sami Türk. Can yayınları, Ağustos 2014.

Badenheim 1939, Aharon Appelfed. Çeviri, Nazmi Ağıl. YKY, 2007.

Kafka – Karar Yılları, Reiner Stach. Çeviri, Sezer Duru. Sel Yayınları, 2012.

Musil –Nitelikli Bir Adam, Herbert Kraft. Çeviri, Ali Nalbat. YKY, Temmuz 2012.

Wittgenstein, Ray Monk. Çeviri, Berna Kılınçer-Tülin Er. Kabalcı Yayınevi, 2005.

Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı, Erol Köroğlu. İletişim, 2010.

Devrin Edebiyatçılarının II. Meşrutiyet’in İlânı Hakkındaki Duygu ve Düşünceleri, Ömer Çakır. SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi. Aralık 2008, Sayı:18, ss.85-100.

Osman Gündüz, Meşrutiyet Romanında yapı ve tema, C2. MEB Yayınları 1997.

Thomas Mann, Klaus Schröter. Çeviri, Özlem Saatçi-Karadana. Kavram, 1999.

Ömer Seyfettin, Efruz Bey. İnkilap ve Aka Basımevi, 1975.

Büyülü Dağ, Thomas Mann. Çeviri, İris Kantemir. Can Yayınları, 2002,

 

 

bottom of page