İmkânsız çöl
Ali Şeriati üzerine
Ömer F Oyal
Ali Şeriati Ebu Zer'i yazdığında - ya da Arapçadan çevirdiğinde - henüz 22 yaşındaydı ve hayatının kahramanına sonuna kadar sadık kaldı. Peygamber'in Ebu Zer hakkında, “Allah sana merhamet etsin, ya Ebu Zer! O yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız diriltilecektir”dediği rivayet edilir. Aynı yazgı Şeriati için de geçerli. İslam anlayışını, dinler tarihine bakışı değiştirmek, Şiiliği yeni temeller üzerine oturtmak, Marksizmin doğrultusunu değiştirmek, yerellik bağlamında bir ruhaniliğin izini sürmek. Bu denli geniş alana yayılmış bir çabanın yalnız kalmaması mümkün mü? Çokları onu “Müslüman Luther” adıyla alaya aldılar. Ama davası haliyle Luther'inkinden de zordu. Zira Luther asla mülkiyet siteminin temeline dinamit sokma çabasında olmamıştır.
Ölümünden bu yana 35 yıl geçti. Maksadımız zor bir soruyu yanıtlama deneyini aktarmaya çalışmak: İslam'ı ve dinler tarihini ezilenler lehine yeniden tanımlamak mümkün müdür? Bu soru başka ülkelerde olduğu gibi bizde de sorulmaya başlanıyorsa, verilecek cevap için Şeriati'nin düşüncelerini de bilmek gerekiyor. Bu yazı hem hatırasına bir saygı, hem de zorlu davasının satır başlarına bakma çabasıdır.
Zor hesaplaşma
Şeriati'nin çabası İslam'ı ezilenlerin sesi haline getirmeye çalışan düşünsel teşebbüslerin en dikkat çekicisi ve hatta en kapsamlısıydı. Bugün hala hemen tüm İslam dünyasında Ali Şeriati'ye karşı belirli bir saygının sürmekte olduğu görülse de düşüncelerinin ne derecede kabul gördüğü tartışmalıdır. Düşünceleri Şah muhalifi ulema sınıfı ve “liberal” mollalar grubu için bile kabul edilebilir sınırların dışına taşmıştı. Hiçbir yeniden tanımlama çabası “kabul edilebilir” sınırları sorgulamadan gerçek bir dönüşüm tartışması yapmış olamaz. Bir dinin dönüşümü sadece onun mazlumların sesi olması temennisiyle sağlanamaz çünkü. Bu çaba çok daha geniş bir hesaplaşma gerektirir. Şeriati ürkütücü biçimde bunların farkındaydı. Sonuna kadar gitmeksizin bütünlüklü bir ezilen İslamı oluşturulamayacağının da farkındaydı. Dinler tarihinin yeniden değerlendirilmesi, sınıflar meselesi, üretim ilişkilerinin ve mülkiyetin müesses dindeki kurucu rolü, uygarlık tarihinin anlamı, Medine döneminin eleştiriel okunuşu, mezheplerin meşruiyeti, demokrasi ve kadın hakları meseleleri. Böyle zorlu bir çabanın eklektizme ve keyfi sonuçlara varması doğaldı belki de. Yoksa dinin özü tam da mollaların savunduğu şey miydi!
Dünyanın dalgaları
Düşünce, düşünürü çevreleyen dünyadan ve neredeyse hayatın iteklemesinden ayrı düşünülemez. Şeriati'nin zamanı her türden iteklemeyi bağrında taşıyordu. Ezilenlerin üzerindeki ölü toprağı kalkmış gibiydi. Bir yandan Latin Amerika'da başta Küba olmak üzere gerilla mücadelesi tırmanıyor, öbür yanda Cezayir'deki sömürge karşıtı savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Afrika baştan başa kaynıyor, Filistin direniyor, Vietnam'daki ulusal kurtuluş mücadelesi giderek tırmanıyordu. Fikirlerin patladığı zamanlardı yani. Gerillacılık, Marksizm, Maoculuk, Üçüncü Dünyacılık, Nasırcılık, Varoluşçuluk, hemen hepsi tırmanıştaydı.
İran'da da emperyalizm karşıtlığı giderek tırmanıyordu. Tabii Pehlevi Hanedanlığı karşıtlığı da. Musaddık'a karşı yapılan darbe sonrasında toplumda yükselen hoşnutsuzluk ABD'nin bölgedeki ileri karakolu olan Şah rejimini daha da baskıcı önlemler alması sonucunu doğuruyordu. Her tür muhalefete karşı amansız bir takip sürerken öbür yandan da dünyanın dalgaları çoktan İran kıyılarına da vurmaya başlamıştır. Farklı türden anti emperyalist akımlar, Marksizm, çeşitli sosyalist düşünceler, liberlizm, milliyetçilik ülkede öncelikle üniversite gençliği arasında geniş çapta tartışılmaya başlanmıştır. Şahın ülkenin modernizasyonu ve sekülerleşmesi projesinin bir parçası olarak neredeyse zoraki burslarla dünyaya dağıttığı öğrenciler – ki Şeriati de onlardan biridir – oralarda türlü örgütler altında birleşmekte ve memleketlerine her türlü bilinmedik ve sakıncalı düşünceyi de taşımaktadırlar. Öte yandan Şahlık rejimi ulema kesiminin haklarına ve hatta mülküyetlerine karşı geniş çaplı bir harekat içindeyse de molla hiyerarşisinin geniş çoğunluğu henüz Şahı desteklemektedir. En azından iktidarla doğrudan kapışmaya henüz niyetleri yoktur.
Yerlilik
Ali Şeriati devlet bursuyla Fransa'ya doktora yapmaya gittiğinde orada ziyadesiyle etkilendiği kişilerden birisi Massignon'du. Massignon katolikti, monoteistik İbrahimi dinler kavramının ateşli bir taraftarıydı ve ileri yaşlarında bile Cezayir kurtuluş hareketini desteklemekten geri kalmıyordu. Şeriati özellikle Massignon'un iki kitabına Hallac-ı Mansur'un Tutkusu ve Selman-ı Farisi'ye çok önem veriyordu. Nitekim İran'a döndüğünde Selman-ı Farisi'yi Farsçaya çevirir. Bu çeviri karşısında Peviz Puyan “Kapital'i çevirmek yerine bize Fransa'dan getirmiş olduğunuz hediye bu mudur?” diye alaycı bir mesaj göndermiş. Burada ilginç olan İranlı Selman'ın Fransa üzerinden İran'a dönüşüdür. Üçüncü Dünya, yerlilik ve Batıdan ne alınıp alınmayacağını tartışırken gerçekte tarihi şahsiyetlerinin hikayesini Batılı araştırmacılardan öğrenecek denli kurumuştur. Buna rağmen İran'da da yerlilik bağlamında hem öz benliğin korunması ve hem de Batı düşüncesinin iyi taraflarının benimsenip benimsenemeyeceği tartışılmaktadır. Bu tartışmalara haliyle hiç de yabancı değiliz. Bir yandan geçmişteki unutulmuş değerli özü keşfetme, yerli değerlerde ve geçmişte keşfedilenlerin Batı düşüncesiyle aşık atabileceği inancıyla dinin ve tarihi klasiklerin eşelenmesi; öbür yandan da Batı düşüncesine ait sistemlerin “yapıbozum”a uğratılarak yerel zihniyet dünyasına eklemlenmesi. Şimdi sönümlenmiş bir çabanın akıbeti o yıllarda henüz bilinmiyordu. Şeriati'ye göre de yerel-otantik entellektüellerin görevi Doğu'nun ruhunu Batıya taşıyıp, Batının gerçekliğini doğuya getirerek Avrupa uygarlığını Doğuda kurmak ve Avrupa'nın maddi gövdesine Doğu irfanı aşılamaktı.
Dine karşı din
Memleketimizdeki yaygın Sünni ufuktan bakıldıkta Şiiliğin daha isyankar gözükmesi aslında optik bir sorundur. Bu optik sorun üzerine epeyce uğraşanlardan biri de Şeriati'ydi. İran'daki ulema kastının bizzat kendisinin de mülk sahibi olması nedeniyle zenginler ve ezenlerin yanında duruşu bu sisteme karşı öncelikle düşünsel bir mücadeleyi, dinin yeniden tanımlanması mücadelesini getiriyordu. Müesses dine karşı dinin yeniden tanımlanması mücadesi yani. Şeriati şiddetli düşmanlıktan ve karalamalardan yılıp vazgeçmedi. Deyim yerindeyse sonuna kadar gitti. Şii düşüncesini yeniden tanımlamak ve hatta Sünnilik ile Şiiliği bu yeni tanımlama etrafında bir araya getirmek istiyordu.
Yeni bir dinsel bakış sunmak tüm dinler tarihine ve tarihe dair bir bakış koyabilmeyi gerektirir. Sadece İslam tarihi değil tüm dinlere. Şeriati bu yüzden dinler tarihini neredeyse baş aşağı etti diyebiliriz. Budizm, Brahmanların sınıflı toplumuna isyandı; oni ikinci imamın zuhuru pasif biçimde beklenmeyecek, halk zuhurun saati için bizzat çaba gösterecekti. Taoculuk, Hinduluk, Zerdüştlük artık ezen sınıf ve ezilenlerin mücadelesine göre yeniden tanımlanıyordu. Şeriati ferdin irfanilik konusunda eğitimesi gerekliliğine karşın, toplumun akıl, adalet ve ekonomiyle yönetilmek zorunda olduğunu düşünüyordu.
İrşad'da verdiği İslambilim dersleri hemen her konuya değinen bir yeniden tanımlama çabasından başka bir şey değildi. Ona göre İslam'ın başlıca mesajı evrensel eşitliktir ve tarih de tanrının insanda uyanmasına doğru ilerler. İbrahim'in kırdığı putların anlamı görünenlerden çok başkadır Şeriati'ye göre. Onlar sınıflı toplumların ve toplumların seçkinlerinin meşrulaştırma işaretleriydiler. Sınıflı toplumu tanrının işi ya da doğal gibi gösterenlerin dinin sahtekar bekçileri olduğunu da belirtmiştir. Çoktanrıcılığı sınıf sömürüsüne dayalı bir sistem, tek tanrıcılığı ise sınıfsız bir topluma dayanan sosyal ekonomik sistem diye yorumluyordu. Buna göre zamane tektanrıcılarının çoğu aslında putatapan, çoktanrılı kişilerdi ve bu yüzden de sahte tanrılara isyan meşruydu. Peygamber'in ölümünden sonra insanlık kendi aklına güvenmeliydi. Peygamber'in kusursuzluğunu bile evrimci düşünceyle yorumlamış ve hatta Peygamber'in evlendikten sonraki onbeş yıl boyunca tutucu ve statükocu hale geldiğini ihsas edebilmiştir. Aynı çizgide Ali Şiiliği ve Safevi Şiiliği ayrımına gitmesi de tüm bu düşüncelerin doğal bir sonucuydu. Üstelik Safevi Şiiliğini de Emevi Sünniliği ile özdeşleştirmiştir.
Bu çabanın tepki görmesi de elbette uzun sürmedi. İslambilim derslerinin ünü yaygınlaştıkça din adamları sınıfının her kesiminden eleştiri yağmuru başladı. Öyle ki tutucu mollalar tarafından takip ve eleştiri altında tufulan reformcu mollalar çevresi bile Şeriati'yi eleştirmek durumunda kaldı. Bazıları Şeriati'nin o pek gözde kahramanı Ebu Zer'in herkes tarafından bilinen bir hırsız olduğunu ilan ederlerken, “Ali Şiiliği ve Safevi Şiiliği” adlı eserinin Şii dünyasındaki ilk ihanet olduğu yorumu da yapıldı. Hatta günahın dinden çıkmaktan daha iyi olduğu, Şeriati'nin dinden çıkarıcı bir rol oynadığı bile söylendi. Taberi'nin ve İbn Hişam'ın Siret'ine başvurması Sünniliğe kaydığına yoruldu. Gerçi o da Koleyni'nin (ki kendisine Şiilerin Buhari'si diyebiliriz) Usul-i Kafi'sindeki bazı hadislerin İslamın ruhuna aykırı ve sahte olduğunu öne sürebilecek kadar pervasız davranmaktan geri durmadı.
Şeriati dini eğitim almış olmasına karşın din adamları sınıfına mensup değildi ve onlar tarafından bir “fokoli” olarak, yani kravat takan bir Batılı olarak görülüyordu. Bu durumda da saldırı giderek daha garazkar bir ton alıyordu. Ruhaniler devamla onu Şah rejimiyle ve komünistlerle işbirliği yapıp İslam ve Şiiliği batırmakla da suçladılar. Eserlerine karşı birçok fetva çıkartıldı. Hatta ölümünden sonra, 1977'de dahi çalışmalarının satın alınıp okunması bir kez daha yasaklandı. İşin ilginç tarafı o sıralar Necef'te bulunan Humeyni'nin tüm teşviklere rağmen karalama kampanyasına katılmakta isteksiz davranmasıdır.
Binbir kaynak
Ali Şeriati giriştiği devasa yenileştirme harekatı çerçevesinde irfanilik, özgürlük ve eşitlik arayışının insan doğasının üç temel direği olduğunu düşünüyordu. Aşkınsalı din tekelinden, özgürlüğü kapitalizm tekelinden ve eşitliği de Marksizm tekelinden kurtaracak bir düşünce inşa etmeye çalıştı. Neredeyse imkansız bir projeydi bu. Bu inşa çabası Doğudan ve Batıdan pek çok yerden beslenmiştir. “Halkın iradesine karşı cennet kurulmaz” diyen Gurvitch'in Anti-Sovyetik sosyalizminden, İslambilimci Berque'den, Sartre'den, o dönemin düşünsel kahramanı Franz Fanon'dan. Tabi kahramanları da vardı. Yer yer onları kendisi yeniden yaratmış olsa bile. Öncelikle her yeni toplumsal düşünce hareketi gibi kendi topraklarında bir öncül arayarak onu 12. Yüzyıldaki Serbideran Hareketi'nde buldu. Ardından da İmam Ali, Ebu Zer, Zeynep, Aynul Kudat Hemedani, Hallac-ı Mansur, Selman-ı Farsi, Beyazıd-ı Bistami, İkbal ve çağdaş bir isyancı olarak da Che. Onun “tapındıkları” çok daha geniş bir yelpazeye yayılsa da bana hep Kazancakis'in İsa, Buda ve Lenin üçlemesini hatırlatır. Abadan Üniversitesi'nde öğrencilerine verdiği okuma listesi bize çeşitliliği olanca açıklığı ile sunar: Ionesco, Guenon, Carrel, Fanon, Sartre, Ouzegan, Heidegger, Jaspers, Einstein, Palanck, de Castro, Mevlud, Eliot, Yasin ve elbette ki Chandel! Chandel yani ikinci Şeriati. Kitaplarında pek çok yerde atıfta bulunduğu bu esrarengiz kişilik Şeriati'nin ikinci beniydi ve yaratılmış bir kişilik olarak Şeriati'den de çok yönlüydü.
Böylece Şeriati'yi tam olarak bir yere oturtabilmek kolay kolay mümkün olmaz. Ama yaşamının sonuna kadar Doğuda sahih bir öz, sahih bir varlık olduğu ve bunun yeniden inşasına çabalamak gerektiği düşüncesinden uzaklaşmadı. O Şii İslam'ın Batı'nın ilerici düşüncelerine kökensel olarak sahip olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden sahici bir diriliş ancak bu özün açığa çıkartılıp güncellenebilmesiyle mümkün olacaktır. Bu da emperyalizmden muzdarip hemen her aydının temel bir düşüncesidir ama sahiciliğe bürünebildiği bugüne dek hemen hiç görülmemiştir.
Bunca farklı kaynaktan beslenmenin bazen gözü kara çıkarımlara, yer yer eklektizme, yer yer de keyfiliğe yol açması şaşırtıcı değil. Dinler tarihinin altını üstüne getirdiği gibi Marksist kavramların da altını üstüne getirdiğini söylemek yalan olmayacak. Ona göre afyon olan din resmi ruhbanların çoktanrıcı diniydi. Sınıf mücadelesi tarihinin Habil'in Kabil tarafından öldürülmesiyle başladığını iddia ediyordu. Bu, özel mülkiyete dayalı tarımın mülksüz kırsal ekonomiye karşı zaferiydi. Böylece Kabil sınıflı topluma yol veren zalimdir. Habili sistemin bir dünya devrimi aracılığı ile restorasyonu tarihin amacının önceden tayin olunmuş bir sonucudur ve bu kaçınılmaz son Allah tarafından müjdelenmiştir. Marksizmde onaylamadığı her şeyi Stalin'e yükledi. Muhammed Bagır Safevi Şiiliğine göre neyse Şeriati'ye göre Marksizmde de Stalin aynı şeydi.
Tüm bu cesur yer değiştirmeleri yaparken keyfi davrandığı da çok oldu. Şeriati İslam'da olmayan bir özü mazlumlardan yana olanca gayretiyle açığa çıkartmaya çabalıyordu ve bu yolda olguları çarpıtmaktan da kaçınmıyordu. İsabetsiz ve aşırı yorumlarıyla hatta gaflarıyla uzun bir liste çıkatmak mümkün.
İsyan ve irfan arasında
Bazen Şeriati'nin politik mücadeleye zorla sürüklendiği gibi bir duyguya kapılırız. Özellikle de kendisi için yazdığı “iç” kitaplarda. Sanki toplumun hay huyu ve Ebu Zer'in nefesi Şeriati'yi toplumsal alana çekmekten hiç usanmamaktadır. Aslında örgütlerden, örgüt içi çekişmelerden ve insanların budalalığından nefretiyle, bir topluma, bir kendine sürükenip durur. O aslında içine çekilmek istemekte ama düşünceleri bıkıp usanmadan onu mücadelenenin ortasına sürüklemektedir. Davası ve derdi kendi köşesine çekilmesine izin vermemektedir bir türlü. Siyasal hayal kırıklıklarının ardından irfana, irfani düşüncelere, sufiliğe dönüş, ardından tazelenmiş biçimde toplumsal alana, nefret ettiği çevresine sürükleniş.
Fakat mücadele sufiliğe bakışını da derin biçimde etkilemiştir. Onun sufiliği ve irfancılığı da bildiğimiz sufiliğe benzemez. Hallac ve Bistami'ye hayran olduğu halde onların temsil ettiği sufilikle ilişki kurmamayı yeğledi. Onunki daha çok kendi içselliğinde bireysel bir çabaydı, şeyh ve cemaat ilişkisiyle kurulmuş bir şey değil. Hatta ona kalırsa bu türden bir sufilik halkın kendini Allahtan alıkoymasıyla eşdeğerdi.
İnsan onun eserlerinde eğitim için yazdıklarından değil de Kevir'de geçen ifadeyle “kendisi için yazdıkları”dan daha çok etkilenir ister istemez. Kevir yani “Çöl” en sevdiği kitabıydı ve gerek orada ve gerekse de Yalnızlık Sözleri'nde içerideki Şeriati ile karşılaşırız. Kevir içine çekilmekti ama o bunaltıcı ve ölümcül çöl değil peygamberlerin çekildiği hiçlikle benzeşen hakikatin aynasıdır. Sınıflandırmaya giremeyen bir kişiliğin içindeki acıları da hüznü de, yalnızlığı da bu eserlerde görebiliyoruz: “Başkalarıyla oldukça kendimi yalnız görüyordum. Yalnız kendimle yalnız değildim.”
Fedakarlık çağrısı
Fakat mücadele kişiyi bir kez daha çölünden zorla kopartıp kendine çeker. 9 Şubat 1971'de Siyahkal köyündeki jandarma karakoluna Halkın Fedaileri tarafından bir saldırı düzenlenir ve ardından da bu ayaklanamaya katılmakla suçlanan 13 kişi idam edilir. Gerilla hareketinin çapı başlangıçta küçük olsa da 1963'deki dini ayaklanmanın ardından siyasi istikarı bozucu bir rol oynadığı da, toplumsal atalet havasını kırdığı da bir gerçektir. Che Guevera tipi gerilla hareketlerinin ve şehir eylemlerinin özellikle de üniversite gençliği arasında hızla popülarite kazanması, İslami eğilimli Halkın Mücahitleri'nin de çatışmalara girmesiyle dönemin havasını bir anda değiştiriverdi. İslami eğilimli üniversite gençliğinin bile fedakarca eylemlerden etkilenmeye başladığı ve kampüslerde Castro'nun cennete gidip gidemeyeceğinin tartışıldığı günlerdi. Şeriati beklediği Hüseyinvari dirilişin coşkusuyla hem bu hareketleri destekledi hem de İslamcılarla Marksistlerin Şahlığa karşı mücadeledeki ittifakını savundu.
25 şubat 1972'de “Şehadet”, Marksist Fedaiyan'ın birkaç üyesinin infazının ardından “Şehadetten Sonra”, Mücahidin üyesi arkadaşı Mehdi Rıza'nın infazının ardından “Hatırlama ve Hatırlatıcıların devrimci rolü” adlı dersleri verdi: “Şehid, tarihin atan kalbidir.” Devlet baskısı yoğunlaştıkça Halkın Mücahitleri'ne verdiği destek de giderek daha açık hale geldi. Ona göre Ali Şiiliğindeki takiyye yeniden yorumlanmalıydı. Takiyye hareketsizlik ve sessiz kalma çağrısı değil gerilla mücadelesinin başarısını sağlayacak örgütü koruma çağrısı idi. Mesajın vaizi ve hikaye anlatıcısı olamadan tarih, kan ve fedakarlığı unutmuş olacaktı. “Ölenler Hüseyinvari bir davranış yerine getireceklerdir; yaşayanlar Zeyneb gibi yapmalıdırlar; yoksa diğerleri Yezid benzeri olup çıkacaklardır.”
Mücahidin'e verdiği açık destek sonunda dersleri kesildi ardından aranmaya başlandı ve babasının gözaltına alınması üzerine teslim olup 18 ay cezaevinde yattı.
Tecrit
Artık ders verememek ve evde göz hapsinde tutuluşu Şeriati'yi bir kez daha yalnızlığa, melankoliye ve doğrudan siyasi mücadele konusunda kararsızlığa sürükledi. Buna da elbette ruhani çekilme eşlik etti. İki önemli gelişmenin eşlik ettiği bir çekilme dönemi. Bir yandan devletin gazetesi Kayhan'da eskiden verdiği bazı derslerin bazı bölümleri izni alınmadan ve itirazlarına kulak asılmaksızın montajlanıp onun adıyla tefrika halinde basılmaya başlandı. Marksizm karşıtı, islam ve Marksizm arasındaki ilişkilerin reddiyesi olarak derslerinin yeniden düzenlenmiş haliydi bu yazılar: “İnsanlık, İslam ve Batılı Öğretiler.” Ardından yine Kayhan'da “Öze Dönüş” tefrika edilmeye başlandı. Kitaplarının hem Kayhan'da yayınlanması hem de o güne kadarki çalışmalarından tamamıyla farklı havası taraftarları arasında derin bir şaşkınlık yaratmış olmalıdır. Metin mollalar tarafından önce ihtiyatla ardından sevinçle karşılandı. Gayrıislami güçlerle ittifak söz konusu olamazdı, tüm bunlar Ebu Zer'de restorasyon anlamına geliyordu ve gayet memnuniyet vericiydi.
Şeriati'yi sarsan ikinci olay Halkın Mücahitlerinin çoğunluğunun Marksist saflara geçişi örgütün bölünüşü ve azınlık olan müslüman Mücadidin'in doğuşudur. Bölünmenin kanlı oluşu Şeriati'yi derinden yaraladı. Artık eylemci hattan nefret etmeye başlamıştı. Herkese silahlarını bırakmalarını söylüyordu. Artık öncelikle zihinsel devrim hattı önermekteydi: Varlık özünü mükemmelleştirmek. “Dualar ya da Allah ile ilişkiye girme, elle çalışma ve toplumsal mücadele.” Cezaevi sonrası tecrit dönemine dair şu cümleler tüm ruh halini verir aslında: “Bu süre zarfında ben kendim değildim; yalnızca hayatta kalmaya çalışıyordum ve böyle yapmamanın yolu da, kendimi unutmaktı; yani kendim olmamaktı; aksi takdirde kendime katlanamayacak ve ölmüş olacaktım.”
Veda
Nihayetinde bu göz hapsine ve sürekli tecrite daha fazla dayanamayarak yurt dışına kaçtı ve biliniği gibi hemen kaçışın ardından 6 Haziran 1977'de polis kayıtlarına göre kalp krizi geçirerek, diğerlerinin iddiasına göre SAVAK'ın zehirlemesi sonucunda öldü. Naaşı Şam'a götürülerek İmam Ali’nin kızı Zeyneb'in yattığı Zeynebiyye türbesinin hemen arkasına düşen bir sokakta gömüldü.
Ne söylenmeli şimdi? Şeriati'ye nasıl veda edilmeli?
Malum kalıpların hiç birine tam olarak yerleşip rahat edememek aynı zamanda huzursuz ve yalnız bir yaşamdır. Galiba Ali Şeriati'de de en derindeki duygu buydu. Olmayanı oldurmaya çalışmanın sonu hayal kırıklığıdır ama kutlu bir hayal kırıklığı. En iyisi yine de Şeriati'nin “Chandel”den yaptığı bir alıntıyla bitirmek: “Ne gönüller vardır; tapınırlar, iyilik yaparlar, ancak tapımları da, sakınımları da, iyilikleri de onlarda iğrençtir, bulanıktır, pistir. Yine de gönüller vardır; sevgi beslerler, günah işlerler, yanlışlık yaparlar... ancak istek ve eğilim de, günah da, yanlışlık da onlarda güzeldir, arıdır, durudur.”