top of page
ibrani mitleri.jpg

Yayına hazırladığım ve üzerinde epeyce uğraştığım bu kitaptan

bir sürü şey öğrendim. Kitap özellikle konuyla ilgilenenler için bulunmaz bir kaynak. Kitabın editörü olarak yazdığım önsözü burada paylaşmak istedim.   

Türkçe yayına hazırlayanın önsözü

 

Elinizdeki çalışmanın serimlediği alem Türk okurunun yabancısı değil. Tufan, Adem, İbrahim, İsmail, Yusuf ve bunlara dair söylenceler İslam kültürünün de ayrılmaz bir parçası. İbrahimi geleneğin ortak mirası olmuş bu sisli geçmişe dair sayısız anlatı, bazen Yahudi kaynaklarından İslam kaynaklarına, bazen Hristiyan kaynaklarından tasavvufa ve bazen de tersine, İslami öykülerden Yahudi efsanelerine geçerek artık kesin kaynağı saptanamayan ortak bir zenginlik haline gelmiş. Elinizdeki kitapta tartışılan hemen her önemli söylenecenin birer İslami versiyonu olduğunu söylemek abartı olmayacak. Özellikle Tekvin Kitabındaki İbrani söylenceleri yüzyılların akışıyla birlikte İbranilere ait olmaktan da çıkmış, insanlığın oldukça geniş bir kesiminin kültürel mirasının bir parçası haline gelmiş durumda.

İbrani Mitleri, bu söylencelerin kaynaklarına inmek, söylenceye dair çeşitlemeler arasındaki ilişkileri saptamak ve mitin içindeki gerçekliğin izlerini, tarihi olguların izlerini bulma çabasındaki bir yapıt. Ama kitap kesin kararlar vermiyor, seçenekler sunuyor. Öyküler bize yabancı değil ama gerçeği söylemek gerekirse onların ortaya çıkış süreçleri ve sonraki yüzyıllar boyunca zenginleşip, parlatılmasına dair ayrıntılar pek de bilmediğimiz bir literatüre dair birçok göndermeyi içeriyor. Elinizdeki kitap, Kısaltmalar, Kaynaklar ve Açıklayıcı Notlar bölümünde göreceğiniz gibi Talmud'larda, Targum'larda, mişnalarda, midraşlarda, Zohar'da ve bir dizi “gayrı resmi” dinsel metinde Tekvin Kitabı etrafındaki söylencelerin zamanla nasıl serpildiğini anlama çabasında.

 

İbranilerin puslu geçmişi

 

MÖ III. binyıl sonlarıyla II. binyılın başları arasında doğudan gelen akınlar sonucu, tıpkı Roma düzenini sarsan Kavimler Göçü gibi Mezopotamya'daki yerleşik hayat da ciddi biçimde sarsılmıştı. Bu kaos döneminde birçok halk Mezopotamya'dan Akdeniz'e doğru yer değiştirmek zorunda kalmıştı ki, bunlardan biri de Batı Sami dili konuşan İbranilerdi. Bazılarına göre bu Kenanlıların yakıştırdığı bir addır ve “nehri geçenler” anlamına gelmektedir. Onların izine ilk kez Mezopotamya kayıtlarında Hapiru veya Habiru olarak rastlıyoruz. Paralel biçimde Mısır kaynakları da Abiulardan veya Habirulardan sıkça söz etmektedir. Fakat kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla bu kavim yerleşik olmaktan çok göçer bir kavimdi ve yerleşik uygarlıklar tarafından aşağılanarak yersiz, yurtsuz gibi sıfatlarla anılmaktaydı. Hatta Mısırlılara göre gerçek bir göçebe toplumu statüsünde bile değillerdi. Görülen o ki İbraniler bir yandan hayvancılık yapmakta, öbür yandan geçici işlerde çalışmakta ve hatta bazen büyük devletlere paralı askerlik de yapmaktadırlar. İbraniler klanlar ve büyük aileler halinde yaşamaktaydılar. Her bir grubun başında bir reis bulunmakta ve yine her bir grup ya da kabile 2000 civarında savaşçı çıkartabilmekteydi. Bu kabile reislerinin her biri yerleşik hayata geçer geçmez kendilerini yörenin hakimi ilan etmelerinin ardından bölgeyi kontrolü altında tutan esas krala bağlanıyorlar, onun tabiyeti altında kendi yörelerinde pek de kalıcı olmayan iktidarlarını sürdürüyorlardı. Görüldüğü kadarıyla İbrahim de bu kabile-grup reislerinden birisidir.

Eski Ahit-Tanakh'da Habiru terimi esasen bir yaşam tarzını aşağılayıcı bağlamda Mısırlıların kullandığı bir isim olarak karşımıza çıkıyor. Fakat tarihte pek çok kez görüldüğü üzere aşağılananlar bir süre sonra kendilerine yakıştırılan ismi benimsemişlerdir. Ben Sira MÖ II. yüzyılda Tanakh'da kullanılan dil ve yazıyı belirtmek için İbrani adını kullanmıştır.

İsimlerin adlandırmaların her zaman ilginç ve karmaşık bir tarihi vardır ki; bu çoğu kez efsanelere dayanır. Veya mevcut bir adlandırma efsanelerle anlam kazanır. Elinizdeki kitapta da göreceğiniz gibi İbrani kavim isminin veya İbranilerin bir kolunun adının İsrailli olarak değişmesi Yakup'ın tanrısal bir yaratıkla güreşmesinin anısınadır. Ve bundan sonra İbrani adı sadece dilin ve yazının ismini tanımlamakta ve ayrıca Musa öncesi dönemin karakterine atıfta bulumaktadır. XIX. yüzyıldan itibaren İbrani kelimesi, Musevi ya da Yahudi gibi din çağrışımlı değil, etnik çağrışımlı bir isim olarak kullanılmaya başlandı. Yahudi ismi ise Güney Krallığı-Yahuda tabiyetine gönderme yapmaktadır. Oysa Yahudi kelimesi de Eski Ahit'de yer almaz. Terim, “II. Makabiler Kitabı”nda ve “Ester Rabba” midraşında ilk kez önümüze çıkar ve Yunanca “Judaismos” kelimesinden türetilmiştir. Anlaşılan o ki, önceki dönemler bu topluluk kendini İsrailoğulları olarak tanımlamaktaydı. Elinizdeki kitap esas olarak İsrail ismi öncesini anlatmaktadır o yüzden de pek çok yerinde Yahudi yerine İbrani tanımlaması kullanılması teknik veya akademik bir titizlik değildir. Fakat öte yandan tüm İbraniler de İsrailli değillerdi. Kutsal Kitap İsrailoğullarının diğer İbrani kavimleriyle bitip tükenmez mücadelelerini uzun uzadıya anlatır. Yine biliyoruz ki Musa ve beraberindekilerin Mısır'dan çıkışı sırasında Filistin'de yaşamını sürdüren pek çok İbrani kavmi vardı. Kutsal Kitap'taki söylenceler özellikle kendini İsrailoğulları diye tanımlayan kolun tek tanrı inancıyla birlikte yeni bir kimlik kazanma sürecini ve diğer İbrani kabileleriyle bir dizi din savaşına girişmesini anlatırlar. Bu öylesine karmaşık bir süreçtir ki; tek tek her kabilenin apayrı bir öyküsünü çıkartmak oldukça güçtür. Fakat sonuçta diğer İbrani kolları yavaş yavaş İsrailoğullarının tabiyeti altına girerek eridiler. Kuşkusuz tek ve aşkınsal tanrılı yeni din de bu “uluslaşmanın” en önemli ideolojik aracıydı. “İbrani Mitleri” işte bu hikayenin en erken dönemlerini bir anlamda yeniden kuruyor. Tarih biliminin, etnolojinin, etimolojinin ve arkeolojinin ulaşamadığı verilere mitlerin sisli dünyasının analiziyle ulaşılması tartışmalı bir gerçeklikle karşı karşıya bırakır bizleri. Elbette bu analiz de yukarıdaki bilim dallarının yardımı ile yapılabilir ancak. Böylece kimliklerine, aile şecerelerine dair elimizde hiçbir somut veri ve belge bulunmayan insanların yaşamları başka bir bakış altında yeniden kurulur.

 

Robert Graves ve Raphael Patai

 

1985 yılında hayata veda eden Graves, özellikle söylence ve din ilişkilerine dair çalışmaları ile öne çıkan bir araştırmacıdır. Özellikle “White Goddess” (1948), “The Greek Myhts” (1955) ve nihayet elinizdeki “İbrani Mitleri” gibi başlıca çalışmaları din ve mitlerin yeni bir bağlamda yeniden değerlendirilmesi üzerinedir. Antik Yunan, Kelt (“White Goddess”) ve Patai ile birlikte hazırladığı elinizdeki çalışma hangi izler üzerinde olduğunu gösteriyor zaten. Bunlara tarihi roman türündeki bir çalışma olan “King Jesus” da eklenmeli muhakkak. Yine onun ilk tarihsel roman çalışması da “My Head! My Head!” (1925) Musa ve Elisha üzerindedir. Robert Graves'in düşünsel köklerinde James Frazer'in çalışmaları önemli bir yer tutar. Özellikle de onun çok tanınmış eseri “Folk-Lore in the Old Testament: Studies in Comparative Religion, Legend and Law” (1918). Frazerin kuşkucu, heterodoks ve antroplolojik Kutsal Kitap okuması Graves'i derinden etkilemiştir. Zaten yukarıda andığımız “My Head! My head!” adlı ilk romanı Frazer'in çalışmasının yönetiminin derin izlerini taşır.

Graves çalışmalarında kendi verdiği isimle 'analeptik' ve 'iconotropy' gibi yöntemleri kullanıyor. Graves'in yöntemi bir yandan akademik tarzın dışında kalırken diğer yandan da kimi yönleriyle anlatımcılık veya betimleyicilik öne çıkar. Graves, bir yandan söylenceleri içinde yetiştikleri dönemi yeniden kurgulayarak çeşitli anlatımlarıyla aktarıyor, ardından akademik ve tarihsel verileri çeşitli kaynaklaradan okuyucunun önüne getiriyor. Ve bu yöntem okura bir kesinlik dayatmıyor ve bir tür görelilikten bir izlenim doğurtmaya çalışıyor. Bu yöntemin izlerini tüm çalışmalarında özellikle en önemli eseri “The Greek Myhts”de görmek mümkün.

Patai ile birlikte hazırladıkları İbrani Mitleri'nin üslübu da yine bu yöntemle tasarlanmış. Göreceğiniz gibi her bir söylencenin kökeni tartışılırken mutlaka Antik Yunan'daki benzer hikayelere gönderme yapılıyor kitapta. Böylece karşılaştırmalı dinler tarihi ile birlikte bir de karşılaştırmalı mitler dizgesiyle karşı karşıya buluyoruz kendimizi.

Kitabın diğer yazarı Raphael Patai ise Macaristan doğumlu rabbinik-ortodoks eğitim almış bir Yahudi tarihçi ve antropolog. Macaristan'daki anti-semitist yükseliş üzerine ailesiyle birlikte Siyonist bir bağlantıyla Filistin'e göç etmiş ve Kudüs şehrindeki İbrani Üniversitesi'nde çalışmaya başlamış. “Man and Temple” (1947) ve “Hebrew Installion Rites”, “Arab Mind”. en önemli çalışmaları. Bu arada ekleyelim ki, “Arab Mind”, 1973'de basılmasının üzerinden epey zaman geçip 2000'lere gelindiğinde olumsuz anlamda ün kazanmış bir kitap. Arap zihninin işleyişine dair bir el kitabı, eğitim kitabı olarak Amerikan ordusunda kullanılmaya başlanmış! Hatta kitabın bu kullanımı uluslarası basında bile yer bularak bir nevi skandalın doğmasına da yol açmış. Açıkçası kitap ırkçılık, tektipleştirici ve etnografik fantazilerle dolu. Ama biz okumakta olduğunuz kitabın hikayesine dönelim. Patai akademik kariyetinin bir parçası olarak Amerika'ya geldiğinde zaten uzun zamandır din-ritüel-söylence ilişkileri üzerinde yoğunlaşmış olan Graves ile 1960 yılında tanışır. Bu tanışmayı yakın bir işbirliği izleyecek ve okumakta olduğunuz kitap böylece şekillenecektir. Öte yandan Patai'nin din, mitoloji ve ritüellik ilişkilerine yaklaşımı da Graves ile benzerlikler taşımaktadır. Ancak Patai'nin renkli yaşamı ve İbrani kültürüne diline ve kitaplarına hakimiyeti ile Garves'in yöntemi ve anlatımcı tarzının birleşimi bu eserin ortaya çıkışında böyle bir işbirliğinin son derece verimli olmasını sağlamıştır. Fakat elbette Graves'in arkasında “The Greek Myhts” gibi bir kitap vardı ve bu çalışmanın izleri elinizdeki eserde de sıkı sık görülmektedir. Bu iki kitabın malzemeyi kullanış tarzı hemem hemen aynıdır.

 

“İbrani Mitleri”

 

Tekvin Kitabı, Kutsal Kitap olarak isimlendirilmiş külliyatın Eski Ahit bölümünün ilk kitabı ve elinizdeki çalışma alt başlığından da anlaşılacağı gibi özellikle Tekvin'de odaklanmış. Yani bu haliyle tüm İbrani-Yahudi söylencelerini kapsama gibi bir iddiası yok elinizdeki eserin. Zaten bu tek bir ciltte halledilebilecek bir konu da değil. Bir örnek vermek gerekirse bu konudaki Ginzberg'in yazımına 1901'de başlayıp 1946 yılında tamamladığı ve hala temel başvuru kitabı niteliğini koruyan abidevi “Legends of the Jews”i yedi cilttir.

İbrani Mitleri'nin ilk baskısı 1964 yılına ait olmasına karşın hala klasik olmaz özelliğini korumakta. Kitap İbrani söylencelerini çeşitli kaynaklardaki halleriyle bir bir önümüze sererken, aynı zamanda da onları Ege, Miken, Mezopotamya mitleriyle de ilişkilendirip çeşitli temaların farklı toplumlardaki geçişkenliğini ve deyim yerindeyse evrenselliğini vurguluyor. Böylece ilerleyen sayfalarda göreceğiniz gibi her başlık başlıca iki düzeyden oluşmakta. İlk düzeyde anlatımsallık ön plana çıkıyor. Söylencenin çeşitlemeleri burada sıralanıyor. Buna Tekvin, midraşlar, Talmud kitapları ve düzmece olarak tanımlanan kitaplar da destek oluyor. İkinci düzeyde de antropoloji, tarih ve etimolojik açıklamalar devreye giriyor. Böylece son bir kesinlik içermeden konun çeşitli yönlerinin okuyucuya verilmesinin amaçlandığını görüyoruz. Galiba ikisi de farklı geleneklerde ortodoks tarzda yetişmiş ve farklı dine mensup iki yazarın bu betimleyici tavırdan başka bir yöntemde uzlaşmaları da muhtemelen pek kolay olmayacaktı.

 

Kutsal Kitap

 

İnsanlığın zihnini, hayal gücünü iki bin yıldır şu ya da bu şekilde etkilemiş Tekvin Kitapı gerçekte bir dizi çelişkiyle örülü. Kitabın yazılış, derleniş süreçlerine dair sayısız tartışma ve tez varsa da kuşkusuz bunlar bir önsözün sınılarını çok aşıyor. Burada şu kadarı söylenmeli ki; Tekvin'in esas olarak iki ayrı metnin biraraya getirilmesiyle oluştuğu bugün artık genel kabul gören bir yaklaşım. Özellikle yaratılış, cennet, Adem-Havva, tufan gibi konulardaki çelişik ifadeler Tekvin'in iki metnin biraraya getirilmesiyle oluştuğunu gösteriyordu. Hatta bazı araştırmacılara göre ikinci metnin içinde başka bir editör ya da metin daha saklı. Bu üç metinden sonra bir dördüncü kişinin tüm bunları derleyip toparladığı da günümüz Kutsal Kitap araştırmalarında kabul edilen bir gerçeklik.

Kutsal Kitap ya da İngilizce adıyla Bible (“kitap”), gerçekte Hristiyan geleneğinin bir isimlendirmesi. Oysa Yahudi dini için böyle bir adlandırma kuşkusuz söz konusu değil. Öncelikle İsa'nın havarileri yeni dini vaaz etmeye başladıklarında Yahudilerin Tanakh olarak adlandırdıkları bir külliyat zaten mevcuttu.

Tanakh genellikle 24 kitabı içeren üç bölümden oluşuyor: Torah (Tevrat), Neviim (Peygamberler) ve Ketuvim (Yazılar). Ancak bazen 23 ya da 22 kitap olarak da sayılır. Zira Tarihler I ve II birleştirilmiş, Ruth Kitabı da başka bir kitaba eklenmiştir. Zaten Tanakh adı da bu üç bölümün baş harferinin yanyana koyulmasıyla ortaya çıkmış. Ayrıca içindeki kitapların sıralaması da Hristiyan geleneğindeki Eski Ahit içindeki kitapların sıralamasından farklı (bkz. Türkçe basıma ek 2: Tanakh-Eski Ahit içindeki kitapların Türkçe, İngilizce ve İbranice karşılaştırmalı çizelgesi).

Tanakh'ın son haline nasıl geldiği de ayrı bir tartışma konusu. Genel kabul, kitabın bin yıl boyunca çeşitli aşamalardan ve edisyonlardan geçtikten sonra, İkinci Tapınak'ın Romalılarca yıkılmasının ardından MS 100-200 yılları arasında Yavne şehrinde toplanan bir heyetin kitapa son halini verdiğidir. Günümüzde külliyatı derleyenin esas olarak Ezra peygamber olduğu yaygın bir kanaattir. Öte yandan bir Yahudi geleneğine göre kitabın orjinali Tapınak'ta çıkan bir yangında tamamen yanmıştır. Bir esas kopya olduğu, Musa'nın bundan oniki adet kopya çıkarttırdığı (Massoretes) ve aslını da Tapınak'taki Ahit Sandığına koyduğu yönünde bir Yahudi inanışı da vardır. Ama ne olursa olsun yukarıda andığımız toplantıdan ve o versiyondan sonra artık Tanakh'a başka kitap eklenmemiş ve külliyat o edisyonla tamamlanmıştır. Aslında onca ihtilafın yaşandığı, siyasetle dinin içiçe geçtiği bir ortamda bu kararın Yahudi cemaatlerince kabulü bile önemli bir olay sayılmalı. Zira insan bu karmaşık sürecin pek çok itirazla karşılaşacağını pekala düşünebilir. Gerçi Eski-Ahit-Tanakh'ın sadece ilk beş kitabını kabul eden Karayitler gibi marjinal cemaatler veya kendi Torah'larına sahip olan Samiriyeliler gibi küçük topluluklar günümüzde de varlıklarını sürdürmekteler. Daha sonra İskenderiye'de hazırlanan ünlü Septugaint (“yetmişler”) çevirisiyle Yunancaya kazandırılan külliyat, Betlehem'de Aziz Jerome tarafından İnciller ve ekleriyle birlikte Latinceye de çevrilerek standart bir kanonun parçası oldu. Ancak Katolik Kilisesinde aşağıda tanımlanan Apocrypha kitaplarını ikincil değerde esin kaynakları olarak tanınır ve bazıları da Kutsal Kitap içine alınmıştır. Hristiyan geleneği İsa'nın vahyini yeni bir antlaşma olarak gördüğünden Tanakh, Kutsal Kitap içinde Eski Ahit olarak korundu.

 

Apocrypha ve Pseudepigrapha

 

Eski Ahit-Tanakh'ın son halini alışına kadar geçen yaklaşık bin yıllık süreç boyunca Tanakh ile ilişkili ve kitapta yer almayan başka bir dizi metin bulunduğunu biliyoruz. Ve bunların pek çoğu da aslında Tanakh'da yer alan kitaplarla benzer üslup ve zemindedirler. Ancak bunlar Tanakh'ın son derlenişinin dışında kalmış ya da bırakılmış olduklarından “gayrı resmi” bir zemine itildiler. Apocrypha, Yunanca kökenli bir kelime ve gizli, saklanmış gibi anlamları içeriyor. Fakat zamanla sahte veya düzmece gibi anlamlar da kazanmıştır. Andığımız türede gayrı resmi kutsal metinler Apocrypha adıyla anılıyorlar. Anılan kitaplar aslında Tanakh ile ilişkili olmalarına rağmen, İbranice asılları bulunmadığından şaibeli ya da sahte olduğu idida edilen bir özellik kazanıyorlar. Bunlar MÖ 400 - MS 35 arasında yazılmış 14 kitaptır. Pseudepigrapha ise, resmi kanonların ve Apocrypha'nın dışındaki çoğunlukla MÖ 200 -MS 200 yılları arasında üretilmiş çok sayıda metini tanımlıyor. Elinizdeki kitap yaratılış öyküsüsünün serimlenmesinde bu literatürü de kullanmıştır. Zira her ne kadar resmen kabul edilmeseler de dönemin zihniyetinin ve tartışmalarının izini bu kitaplarda sürmek mümkündür.

 

Süleyman sonrasındaki bölünme

 

Gerek Yahudi tarihinin gerekse de rabbinik Yahudi geleneğinin oluşumunda ve Eski Ahit'in biçimlenmesinde Kuzey Krallığının yıkılışının önemi son derece büyüktür. O nedenle sıkıcı olsa da okuyucunun dönemi daha iyi anlayabilmesi için bazı tarihleri kısaca da olsa vermek yararlı olacaktır sanırız.

-MÖ 1003. Davut, Kudüs'ü merkez alarak tüm Yahudi kabilelerini tek bir krallık bayrağı altında toplamayı başardı.

-MÖ 931. Krallık, Davut'un oğlu Süleyman'ın ölümünün ardından, İsrail (Kuzey Krallığı) ve Yahuda (Güney Krallığı) olarak bölüdü. Bu bölünme Yahudi tarihindeki ilk önemli kırılmayı yaratmış ve gelenek neredeyse iki ayrı kanalda farklı tarzlarda işlemeye başlamıştır.

-MÖ 721. Asurluların Kuzey Krallığını yıkıp on kabileyi dağıtması daha da büyük bir tarvma yarattı. Bu tarihten sonra her an Asur işgalini beklemekte olan Güney'in gerginliği sırasında kendine özgü bir tarih ve gelenek oluştu.

-MÖ 586. Asur'un Güneyi de yıkıp, Kudüs'ü yerle bir ederek tüm önemli Yahudi önderlerini ve din adamlarını Babil'e sürgün edişi üçüncü bir yıkımdır. Böylece gelenek Babil sürgününde yeniden biçimlendi.

-MÖ 537. Perslerin Asur'u yıkışı ve Yahudilerin Kudüs'e dönmelerine izin verilmesi yeni bir restorasyon dönemidir. Geleneksel olarak 50 bin Yahudinin Babil'den Kudüs'e ya da Filistin'e döndüğü ileri sürülür.

Ancak unutmamak gerek ki tüm Yahudiler Babile sürülmüş değillerdi ve sürülüp geri dönenler daha çok önde gelen ailelerdir. Hatta sürgünden dönenlerin ortodoks yaklaşımlarıyla Filistindekiler arasında bir dizi çatışma olduğunu da biliyoruz. Ayrıca sürgünden dönüş de tek hamlede olmamıştır. Öyle ki Tanakh'ın yeniden redakte edilmesinde tüm otoritelerin adres gösterdiği Ezra bile kayıtlara göre MÖ 458 yılında, neredeyse 80 yıl sonra Babil'den gelmiştir. Yine geleneğe göre MÖ 397'de Ezra'nın yasaları yeniden gözden geçirip tamamlaması ancak bitmişti. Öyle anlıyoruz ki Kutsal Kitap tarihinde olduğu kadar Yahudi dinin biçimlenmesinde de bu üçyüz yıl son derece belirleyici olmuştur. Bu Musa döneminden de, Davut ve Süleyman dönemlerinden de daha belirleyici bir zaman dilimidir. Zaten ilk beş kitabın da bu dönemede yeniden düzenlendiğini biliyoruz. Okuyucu İbrani Mitleri'ndeki birçok tartışmanın esasen bu döneme atıfla yapıldığını gözden uzak tutmamalı. Asında pek çok mit bu dönemden geriye doğru yeniden biçimlendirilmiştir demek yanlış olmaz. Yani Kuzey'in yıkılışının ardından yeni siyasal ve dinsel ortam kendini Tanakh'ın edisyonunda bulmuş, ardından da Babil'den Kudüs'e dönülmesinden sonraki iklim haliyle külliyata yansımıştır.

 

Din, söylence ve Kutsal Kitap

 

Din, söylenceler ve ritüeller arasındaki ilişkinin hassas bir konu olduğu malum. Bir yandan kutsallığın zaman ve mekan dışılığına dair dogmalar, öbür yanda Aydınlanma'dan bu yana gelişip serpilen kuşkuculuk.

Hemen her din kendi söylencelerini yaratır ama genel bir kural olarak kitap sahibi bir dinsel gelenekte merkezileşmenin yarattığı ortodoksluk yoğunlaştıkça söylencelerin payı azalır. Halk efsaneleri “resmi” kanalların ve metinlerin dışına itilip kendilerine özgü bir mecrada “gayrıresmi” yaşantılarına devam ederler. Bu durumda merkezileşme sağlanıncaya kadarki dönemin mitleri resmi dökümanların, kitapların içinde soğurulur. Bu soğurulmadan sonra üretilen her tür söylence gayrımeşudur. Zira ortodoksluk saflık, arınma ve tektiplik peşindedir genellikle. Yine genel bir kural olarak bir dinin ortaya çıkışıyla onun kurumsallaşması arasındaki süre ne kadar uzun ve karmaşıksa, farklı türden mitlerin, halk efsanelerinin kutsal metinlere girme oranı o derece artar. Hele hiçbir merkeziyetin oluşmadığı, kurumsallaşmadığı inançlarda söylence neredeyse başıboş biçimde dinin içine dahil oluverir. Yahve inancının ilk metinlerinin ortaya çıkışıyla, Rabbinik kurumlaşmanın oluşumu arasında (yukarıda andığımız Yavne toplantısı bu kurumlaşmanın meşruiyetinin ne denli sağlam olduğunu gösteriyor) neredeyse bin yıllık bir süre geçtiği dikkate alındığında söylencenin Yahudi inancındaki önemli yeri daha bir açıklık kazanır. Rabbinik gelenek kendisinden önceki Kuzey Krallığındaki dinsel kurumları da, Güney Krallığı'nın merkezi olan Kudüs'teki Tapınak çevresindeki oluşumları da soğurmuştur. Ama o ana kadarki oldukça uzun, karmaşık ve coğrafi olarak dağınık süreçte bölgedeki hemen her halkla derin bir etkileşim içinde bulunulmuş ve birçok söylence yeni dinin rengine boyanarak inanç sisteminin içine alınmak durumunda kalınmıştır. Tanakh'ın bu denli canlı bir kitap oluşu belki de böylesi bir sürecin ürünü olmasından ötürüdür.

Tanakh herşeyiyle apaçık bir insanlık dramı ve yazarlar-editörler bu konuda gerçekten de oldukça açıksözlü davranmışlar. İnsana dair hemen herşeyin bulunduğu kitap aslında günahsız ve saf bir dinsel kişilik diye birşey olmadığını göstermeye çalışır gibidir. Zaten suçsuz, günahsız ve püriten bir peygambere de özellikle ilk dönemlerde nadiren rastlanır. Tüm karakterler, tüm dinsel kişilikler suçla edem, günahla saflık arasında gidip gelmektedir. Yeni Ahit İncillerindeki mutlak arınmışlık ve safiyet haline de pek seyrek rastlanır. Hatta Musa'nın dışında kusursuz biri pek yok gibidir. Gerek kitabın hazırlanışında ve gerekse de muhlemelen sonraki redaksiyonlarda pek çok söylence ve siyasi yorum da işin içindedir. Hatta konjonktürel değişmeler de yer yer kitaba yansımıştır. Fakat elbette ki gelenek bunları dikkate almayıp kitabın bir vahiy olduğuna inanır ve inanç bunun üzerinden derinleşip ayrıntılanır. Hatta kitaba pek çok söylence ve yorum da eklenir. Günümüzde ayrı bir bilim dalı haline gelen Kutsal Kitap araştırmaları ve analizi tüm bunları neredeyse didik didik ederek kitabın gerçek öyküsünü tartışmaktadır. Fakat bu sadece seküler bilim insanlarına dair bir çaba olarak da görülmemeli. Pek çok ortodoks dindar da gerçekte bu söylecelerin ve kitapların gerçek öykülerinin peşindedir. Sanırız dindarlar için bu konuda zihninde bir tür denge var: Vahiy ve gerçek dünyaya ait olguların bir dengesi. Örneğin ilk kez bir Tanakh cümlesi hakkında “bunu Musa yazmamıştır” diyebilen Yahudi din adamı Ben Eliezer Bonfilis sonradan şunu da ekliyor: “Kabul edilmiş ve vahyedilmiş sözlere inandığımız sürece, bunları Musa'nın ya da bir başkasının yazıp yazmadığı beni ilgilendirmiyor; zira hepsi hem gerçek hem de vahiy ürünüdürler.”

İnançla gerçeklik arasında gidip gelen bu kaypak zeminde aslında Kutsal Kitap hakkında pek çok şeyi artık bilebiliyoruz. Kaç edisyon olduğunu, yazılma dönemlerini, Oniki Ata'nın simgelediği kabileler düzenin gerçek anlamını, Mısır'da olanları, Mısır ve Mezopotamya etkilerini, geçmiş söylencelerin kitabı nasıl etkilediğini, toplumdaki değişimin kitapta neleri değiştirdiğini, Kuzey ve Güney krallıkları arasındaki ayrışmanın ne kadar etkili olduğunu vb. Fakat kuşkusuz tüm bunlar inanan bir insana pek de birşey söylemeyecektir. Kim bilir belki de bilinen bir deyimle, önemli olan kitabı kimin yazdığı değil, onu kimin okuduğudur.

 

Ömer F. Oyal

 

Not:

İsimler ve sözcüklerde bir standart tutturmanın güçlüğü nedeniyle yeni bir Türkçe çevirisi çıkmış olmasına rağmen Kutsal Kitap'ın (Kitabı Mukaddes) daha yaygın bilinen eski versiyonunu (Kitabı Mukaddes Şirketi-1995) kullandık. Tüm özel isimlerde bu baskı esas alınmıştır.

Özgün çalışmada gönderme yapılan kitaplar dışında açıklayıcı dipnot kullanılmamıştır. Biz Türkçe basımda bazı dipnotlar ve açıklamalar ekleme gereği duyduk. Tüm dipnotlar ve köşeli parantez içindeki metinler tarafımızdan eklenmiştir. Yine bu önsözü izleyen iki şema da Türkçe basıma aittir.

 

Ek1: Eski Ahit-Tanakh içindeki kitapların Türkçe İngilizce ve İbranice karşılaştırmalı listesi.

Ek2: Tekvin'e göre Adem'den, Oniki Ata'ya.

 

 

 

 

 

bottom of page