top of page
aharon.jpg

Yeşilliğin Damgası

Aharon Appelfeld'de suskunluk ve hafıza

 

Ömer F. Oyal

 

Felakete soğukkanlılıkla bakmak bir tür suskunluk dili gerektirir. Feryatsız ve öfkesiz taş gibi bir suskunluk. Suskunluk unutma gayretinden de kaynaklanıyor olabilir ama Aharon Appelfeld'in derdi bu değil. O soykırıma dair tanıklıktan ziyade geri plandaki gerginlikle, gözle görülmeyen ama hissedilen gerilimle ilgili. Ve tabii bir de insanlığın düşkünlükleriyle. Aslına daha ilk kitabı Duman'dan (1962) itibaren kendisine yapıştırılan bu nitelemeden oldukça rahatsız olduğunu da pek çok kez belirtmiş olan yazar acılarla değil insanlık haliyle ilişkili. “Savaş sırasında yaşamı tüm çıplağılığı ile gördüm – Tanrıya şükür ki bu beni bir ahlakçı haline getirmedi. Tam aksine insanların zayıflıklarına nasıl saygı duyup sevebileceğimi öğrendim, çünkü zayıflık özümüz ve insanlığımızdır.” Açıkçası söz konusu olan zalimlerin zalimliği değil mazlumların zayıflığı ve zaaflarının sergilenmesidir.

 

Zaaflar

 

Onun eserlerinde başka pek çok soykırım anlatısında görmeye alıştığımız zulüm sahnelerini görmeyiz. Zulme açık biçimde tanık da olmayız. Tanık olduğumuz daha çok havanın tedrici değişimi ve her şeyin ardında hüküm süren tedirginliktir. Her bir cümlenin bize hissettirdiği huzursuzluk ve endişedir

Tüm bu huzursuz tınıya karşın hayat sanki bir şey olmuyormuşcasına, her zamanki halinde akmaya devam eder zira onun “kahramanları”, kahraman olmaktan alabildiğine uzak insanlardır. Onun bu tavrı İsrail'de başlangıçta pek de hoş karşılanmadı. İsrail'de hem yeni bir ulus yaratılmaya çalışılıyor ve hem de soykırıma dair bütüncül bir anlatı oluşturulmaya çalışılıyordu. Filistin'de yeni bir yaşam kurma, bu toprakları tarihe ve kutsal kitaba referanslı olarak sahiplenme, yeni bir dil inşa etme çabası soykırım felaketi tanıklıkları ile paralel yürütülüyordu. II. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki yıllardan söz ediyoruz. Soykırıma dair anlatı bir yandan Yahudilerin fedakarlıklarını öne çıkartmaya çabalıyor, öbür yandan da Doğu Avrupa'daki Aşkenaz toplulukların zayıflıklarına, zaman dışılıklarına vurgu yapılıyordu. Gerçekte Siyonist rejimin dışa karşı meşruiyet için soykırım anlatısını güncel tutmaya çabalarken içeride de Doğu Avrupa'lı arkaiklerin mirasını ortadan kaldırmaya çabaladığını söyleyebiliriz. İşte bu ortamda Appelfeld'e çeşitli uyarıların gelmesi de fazla gecikmedi: “Soykırım hakkında yazmalısın, kurbanların zayıflıkları hakkında yazmamalısın, kahramanlıkları öne çıkartmalısın.” Oysa Appelfeld kahramanlardan ziyade zaafları ve bencilliği müşahede etmişti ve anlatısı yekpare bir insanlık durumuna yöneldi. Söz konusu olan “olumlu kahraman”lardan çok tüm çelişkileriyle insanlardır.

 

Bedene kazınmış hatıra

 

Appelfeld'e kendi üslubunu, deyim yerindeyse ruhunu veren de savaşı yaşayış tarzı.

Aslında o yaşananların hem birinci dereceden tanığıydı hem de değildi. Sekiz yaşında toplama kampına düşmüş, o yaşında kamptan bir başına kaçıp tüm bir savaşı ormanda ve stepte tek başına, kimliğini açık etmemeye çabalayarak kaçak geçirmiş bir çocuk ileride büyüdüğünde ne tür bir dil kullanır? İhtimaller epeyce fazla ama Appelfeld'in seçtiği suskunluk dilidir. “Savaşın büyük bir bölümünü köylerde, tarlalarda, nehir kenarlarında ve ormanlarda geçirdiğimden, bu yeşilliğin damgasını üzerimde taşıyorum. Ne zaman ayakkabılarımı çıkarıp çimlere bassam, anında otlakları ve o uçsuz bucaksız alana yayılmış benekli hayvanları anımsıyorum. Ve sonra açık alan korkusunu yeniden hissediyorum. Bacaklarım geriliyor ve bir an için hata yapmış olduğumu hissediyorum. Hâlâ savaştayım ve açıklığın sınırlarındaki kenar kısımlarına doğru geri çekilmeliyim, koşarak eğilerek kaçmalıyım çünkü oralar daha güvenli.” Tsili tam da bu yılların hikâyesidir. Geçmişe yönelik anıların bilince yazılmayışı, yani bildiğimiz anlamıyla hafızaya kaydedilmemesi ve hemen her şeyin duyu organları üzerinde fizikisel bir karşılıktan ibaret oluşunun sonuçları ilerideki yıllarda açıkça görülecektir. “Ormanda saatlerce oturup çalılıkları gözlemler, ya da bir akarsuyun kıyısında oturup akıntıyı izlerdim. Derin düşüncelere dalmak açlığımı ve korkumu unutmamı sağlıyordu ve böyle anlarda evimi hatırlardım... O yılların üzerimde bıraktığı en güçlü izler fiziksel olanlar. Ekmeğe olan açlık... Açlık ve susuzlukla ilgili rüyaları neredeyse her hafta görüyorum. Sadece açlığı yaşamış insanların yiyebileceği gibi yiyorum, aç kurtlarınkini andıran bir iştahla.” Bu durum hafızaya da belirli ve puslu bir nitelik kazandırıyor. Aslında sekiz yaşında bir çocuğun hafıza ile ilişkisi oldukça sorunludur. Hele de çok fazla konuşmaması gereken bir çocuğun. “Olmuş olan her şey hafızama değil bedenime kazılı. Görünen o ki vücut hücrelerim, asıl anımsanması gereken aklımdan daha çoğunu anımsıyor. Savaştan sonra yıllarca ne kaldırımın ortasından ne de yolun ortasından yürüdüm. Hep duvarlara tutundum, hep gölgelerde kaldım ve sanki hep kayıp gidiyormuşcasına hızlı hızlı yürüdüm.” Vücut hatırayı kendi tarzında gerçekleştirir.

 

Cennetsizlik

 

Savaş dönemi Orta Avrupa'sını yani kayıp dünyanın izlerini Appelfeld'in kitaplarında görürüz. Ama bu dünya “mazi cenneti” olmaktan alabildiğine uzaktır. Onun yapıtları bu noktada da diğer soykırım anlatılarından ayrılır. Soykırım öncesinde de asla mutlu ve güvenlikli günler görmeyiz. Yahudi yerleşimlerindeki olağan yaşam hep bir tedirginlikle damgalanmıştır. Çeşitli pogromlar, saldırılar ve ayrımcılık gündelik yaşamın olağan bir parçasıdırlar. Tabii Yahudilerin kendi içlerindeki sorunlar da yok sayılmaz. Gelenekçilerle, aydınlama Yahudiliği taraftarları arasındaki; kendi içine kapanmakla içinde bulunulan topluma entegre olma yanlıları arasındaki tartışmalar sürüp gider. Döneme dair başka anlatılara bir uyum, bir refah ve bir ışıltı tonu hakim olduğu düşünülürse Appelfeld'in yaklaşımı ne geçmişte ne de gelecekte bir cennete müsaade etmez. Öbür yandan elbette ki, sekiz yaşında toplama kampına yollanmış bir çocukta bir “cennet mazi” algısı oluşabilir miydi diye de düşünülebilir. Soykırım anlatılarının, roman ve öykülerin çoğunun genellikle Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya, Fransa gibi ülkelerin entegre olmuş kentli Yahudilerinden geldiği düşünüldüğünde Appelfeld'in büyüdüğü toprakların bu dünyanın epeyce taşrasında olduğunu da görmek gerek.

Günümüz Ukrayna'sı sınırlarında kalan o günlerin Ruthenya'sı ve Prut nehri havzası Avusturya-Macaristan mirası ile yakından ilişkili bölgelerden birisi. Bugün tamamıyla ortadan kalkmış Yidiş dünyasının tüm çelişkileri burada da yaşanıyordu. Yidiş dünyasından nefretle kopup Alman kültür dünyasına bağlanmaya kendisini orada görmeye çalışan Yahudilerle gelenekçiler arasındaki gerilimler ve Ruthenyalı köylülerin antisemit geleneği tablonun ana çizgileridir.

Appelfeld'in annesi de babası da eski Yidiş toplumundan olabildiğince uzaklaşma çabası içinde olmuşlardı. Kişiyi boğan gelenekler, inançlar ve kurallar dünyasından uzaklaşmak aydınlanmış birer Avrupalı olmak çabasıydı bu. Bir tür kaynaşma çabası. İçinde bulunulan topluma entegre olma çabasıyla toplumların içindeki antisemitizmin yarattığı gerginlik Appelfeld'in yapıtlarında sıkça yüzeye çıkacaktır. Entegre olmanın hiçbir işe yaramadığını bugün biliyoruz. Soykırım sürecinde içinde bulundukları topluma entegre olanların çektiği acı ve ikilem muhtemelen asla böyle bir gündemi olmayan gelenekçilerle karşılaştırıldığında mukayese edilemeyecek kadar büyüktür. Appelfeld gelenekçi olmamasına karşın entegre olma çabasının yarattığı körleşmeyi sık sık gündeme getirir. Badenheim 1939 bu körleşmenin hikâyesidir. Polonya'ya sevkedilmek üzere toplanmış Yahudilerin kapıdaki felaketi görmeye yanaşmamaları çarpıcı bir dille anlatılır. Kaynaşma gayreti hep bir körlükle, uyuşmayla ve nihayetinde felaketle biter. Kendini bundan sakınanların akıbeti değişmese de hiç değilse ölüme hayal kırıklığı eşlik etmeyecektir.

Appelfeld çok dilli bir ortamda büyümüştü. Evde konuşulan Almanca, dedelerin Yidişçesi, Ukraynalı hizmetçilerin dili ve sokaktaki Romence ile birlikte, neredeyse dört dil. Dil sorunu, anadil sorunu hep Appelfeld'in merkezi gündemlerinden birisi olarak kalacaktır. “Dil yoksa kişinin karakteri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar. O yıllarda, çevremdeki çocukların çoğu kekeliyor, yüksek sesle konuşuyor ya da kelimeleri yutuyorlardı. Aramızdaki dışa dönükler yüksek sesle konuşurken içine kapanık olanların sesleri içlerindeki sessizlik tarafından yutuluyordu. Anadili olmayan kişi eksiktir.”

 

 

Yeni bir dil

 

Appelfeld savaş sonunda öksüz bir çocuk olarak, diğer pek çok Yahudi gibi Filistin denilen o tuhaf ve yabancı dünyaya adım attığında yeni bir kırılmayla daha yüz yüze gelecekti. Yıl 1946'dır ve bu kez de İbranice öğrenmesi gerekmektedir ve İsrail'in resmen kuruluşuna daha iki yıl vardır. Buna rağmen Yahudi yerleşimlerinde ve pek çok Kibbutz'da koyu bir Siyonizm havası esmekte ve yeni bir ulus yaratılmaya çalışılmaktadır.

Yeni bir ulus inşasındaki her özgül örnekte olduğu gibi İsrail'de de kavga dil ve kültür üzerine sürüyordu. Yeninin oluşması için eskinin kirinden pasından arınmak gerekiyordu. Buradaki “eski”, kadim Yidiş ve Seferad dilleri ve gelenekleridir. Siyonistlere göre bu diller ve gelenekler güçsüzlük ve yozlaşmışlıkla damgalanmışlardır, açıkçası çürümüşlerdir ve yeni Yahudi kuşakların zihninden sonsuza dek uzaklaştırılmaları gerekir. Tabii bu tartışma özellikle diasporadaki, özellikle de Amerika'daki gelenekçi cemaatlerin İsrail'in seküler bir irade ile kurulamayacağına dair dinci itirazlarıyla aynı zamanlarda sürdürülüyordu. Bu kavga günümüze kadar kapanmamış hayli büyük bir kavgadır. Siyonistler ise meşruiyet açısından kutsal kitaplara sahip çıkıyor olsalar da aslında dini, dinsel kurumları bir köşeye itme amacındaydılar. Tabii ki yeni bir dil, yeni bir tarih ve yeni bir gençlik yaratmak da bu çabaların kaçınılmaz bileşeniydi. Yeni dil açıkçası bir savaş dilidir ve Yidişçe unutulmaya çalışılmaktadır. Bu yeni dil “sanki sessizce sohbet edilebilecek bir dil değil de askerlerin diliydi”.Bu arada unutmamak gerek ki toplama kamplarından kurtularak onca ülkeden Filistin'e göçenlerin birbirleriyle anlaşabilecekleri bir dile özellikle de savaş koşullarında ihtiyaç duyulmaktaydı. Döneme ilişkin tanıklıklar 1948 savaşı için gelen gönüllülerin birbirleri ile anlaşabilmekten uzak olduklarını onlara verilen ilk eğitimin basit 100-150 kelimelik temel askeri komutlar olduğunu vurguluyorlar. “O dönemde dille ilgili tavır ezici bir işlevsellikteydi: 'Kelime dağarcığını genişlet, işte sana yeni bir dil!' Bu yaklaşım, köklerinizi kendi dünyanızdan söküp, güçlükle kavrayabildiğiniz başka bir dünyaya dikmeye çalışıyordu. Bütün olarak bakılırsa, bu başardığını itiraf etmek zorundayız, peki ya bedeli? Kökü kurutulan bir hafıza ve yüzeyselliğe indirgenmiş bir ruh.”

Yeni bir ulus yaratmakla ilgili Siyonist çaba kahramanlığı, gücü ve orduyu yüceltmekteydi. Yeni kuşaklar asla diasporadakiler gibi güçsüz, sinik ve kendi dünyasına kapalı olmayacaklardır. Hangi ülke olursa olsun geç uluslaşmanın görüngüleri benzerdir: Uzun kır yürüyüşleri, gençliğe atfedilen abartılı önem, ülke toprağını yeniden tanıma, gece yakılan kamp ateşleri çevresine söylenen marşlar, ağır çalışma ve bireyselliğin inkarı.

 

Kafka ve Agnon

 

Tüm bu yıllar boyunca Yidişçenin daha çok Amerika'daki diasporada yaşatılmaya çalışıldığını göreceğiz. Zaten savaş öncesinde de Yeni Dünya'ya çeşitli göç dalgalarıyla ulaşmış Aşkenaz toplulukları arsında bu dil yaşamaya devam ediyordu. Yidişçe basın özellikle de New York'da ciddi bir güncelliğe sahipti. Bu dilde hâlâ pek çok kitap çıkmaya devam ediyordu. Yidişçe Amerikan vahasında bir süre daha yaşamaya devam etti ama İsrail'de öksüz bir dildi. “Benim öksüzlüğüm onun öksüzlüğüne karışıyordu.” Doğrusun isterseniz Yidişçenin Amerika üzerinden İsrail'e döndüğünü söylemek pek de yanlış olmayacak. Isaaac Singer gibi yazarların kaleminde kayıp dünya varolmaya çabalıyordu. Appelfeld'in dili onların diline hiç benzemez. Örneğin Isaac Singer Yidiş dünyasının folkloruna, eğlenceli köy hayatına, canlılığına, hurafelerin gülünç taraflarına yönelmiştir. Ya da soykırımı görmeden 1916'da ölen Ukrayna'lı Sholem Aleichem'in (Solomon Rabinovich) Damdaki Kemancı'sı yitip giden neşeyi aktarır. Tabii bunlara Hassidik neşe teması da eşlik eder. Appelfeld'de bunların hiçbirini göremezsiniz.

Yine de Gershom Sholem, Martin Buber ve Yosef Agnon gibi ustalar da İsrail'de yaşamaktadırlar ve Appelfeld onların etki alanına girmekte gecikmeyecektir. Zaten Appelfeld'in yazını büyük ölçüde Agnon'un ve Kafka'nın etkisiyle serpildi. Agnon'un yitik yaşama dair nostaljik anlatıları ve Kafka'nın ekonomik Orta Avrupa anlatısı mirası üzerine. Üstelik 1966'da Nobel ödülü almış olan Agnon, Appelfeld'den yaşça çok daha büyük olmakla birlikte hemşehri bile sayılırlardı. Agnon Galiçya doğumludur.

Appelfeld'in yapıtlarını okuduğumuzda Kafka'nın o soğuk, duygusuz ve tedirgin nefesini ister istemez hissederiz. Agnon'un nispeten daha renkli etkisi Kafka'nın griliğini nadiren bastırabilir.

 

Kekeleme

 

Orta Avrupa öykücülüğündeki dilin, sözcüklerin ekonomik kullanımı geleneği Appelfeld'in kişisel biyografisi ile de çakışır. Çocukluğun neredeyse tamamıyla yalnız ve güvensiz bir kaçaklıkla geçişi, ormanlarda geçirilen uzun ve yalnız geceler haliyle bir donukluğa yol açacaktır. Taşlaşma ve cümlelere, cümlelerin hakikatine ilişkin tekinsiz bir duygu oluşacaktır. “O yıllardan beri içimde kelimelere karşı bir güvensizlik taşıyorum. Kelimelerin kesintisiz akışı içimde bir şüphe uyandırıyor. Kekelemeyi tercih ediyorum, çünkü kekelemede o sürtünmeyi ve endişeyi, kelimeleri pürüzlerden arındırma, içten gelen bir şeyler sunma çabalarını duyuyorum. Pürüzsüz akıcı cümleler beni bir kirlenmişlik, boşluğu gizleyen bir düzen duygusuyla baş başa bırakıyor.” Bu gerçekten de yeşille damgalanmış bir dildir. Kapalı, duygulara pek yer vermeyen bir dil. Ne coşkunluk, ne sevinç ne de hüzün. Gizlenilen, içinde yaşama mecburiyeti bulunulan doğanın ise pastoral neşe ile, idille uzaktan yakından ilgisi yoktur. Doğa her zaman için tedirgin edici ve huzursuzdur. Bahar bile, karların erimesi bile insanlardan gelecek tehditlere açıklık olarak huzursuz edicidir. Appelfeld duygular hakkında konuşmaktan da onları ortalığa saçmaktan da hiç hoşlanmayacaktır. “Duygular hakkında çok konuşmak bizi daima bir duygusallık çalılığına sokar – gerçek duyguları ezip dümdüz ederiz. Ancak eylemden kaynaklanan duygu hissetmenin mutlak özüdür.” Böylece onun edebiyatında acılar feryatsız ve sert ve toktur. Sızlanmak ayıptır.

 

Soğukkanlılık

 

Din Yahudi edebiyatında gayet merkezi bir konu olsa da Appelfeld'in gençlik yıllarını geçirdiği İsrail'deki durumu tartışmalıdır. Aslında Siyonizm Orta Avrupa'nın küflü ve hurafelerle dolu dinsel geleneğini de geride bırakma arzusundaydı. Üstelik Hassidizmin bizzat kendisi de İslam geleneğinde görmeye pek alışkın olmadığımız özeleştiriel ve alaycı öykülerle doludur. Aynı zamanda iç sorgulama, içsellik, inancın gerekleri ile dünya arasındaki çelişkilerin yarattığı iç muhasebeler de pek alışkın olduğumuz şeyler sayılmaz.

Ruhun Kuytusunda'da vicdan azabı ve günahın işlenmesindeki süreklilik birlikte varolduklarını göreceğiz. İnsanın özündeki zayıflığın sergilenmesi kaçınılmaz biçimde günahların reddine ve lanetlenmesine götürebilirdi. Ama Appelfeld'de bu olmaz. O esasen yargısızdır ve her türlü zayıflık ve günah kişiler yargılanmaksızın gerçekleşir. Günah sahipleri vicdan azabı çekeceklerdir ama asla toplum ya da tanrı tarafından bir felaketle cezalandırılmazlar. Felaket zaten hep arka fondadır ve bireysel zaaflarla ilişkili değildir. Başka bir deyişle yaşamak başlı başına bir yargılamadır ve günahlar için fazladan cezaya gerek yoktur.

Felaket ister soykırım, ister pogrom ister tifüs, ister salgın hastalık olsun tüm toplum damgalanmıştır ve damga bireylerin içsel hesaplaşmalarının dışındandır. Ruhun Kuytusunda'da iki kardeş arasındaki hemen tüm dinlerin lanetleyeceği cinsel edimler kişilerin kendilerini kirli hissetmelerine yol açacaktır ama kitabın kahramanlarının bundan ötürü cezalandırıldıklarını gösteren hiçbir vurgu yoktur.

Zaten Appelfeld'de doğanın kıskacındaki insanların iç dünyası ana konulardan birisidir. Ruhun Kuytusunda'da dağın tepesindeki bir Yahudi mezarlığına bekçilik yapan iki kardeşin durağan ve yer yer pişmanlık dolu yaşamını görürüz. Ova tehlikelerle doludur, kış tehlikelerle doludur ve hacıların geldiği yaz tehlikelerle doludur. Eski bir kulübede geçen yılların kişilikleri nasıl törpülediğini görürüz. İnancın ve günahın dansını da. Appelfeld ahlakçı değilidir, o sadece durumu ortaya koyar, yargısız ve duygusuz biçimde durumu. “Acıma duygusu uyandıran özelliklerden, okkalı kelimelerden de oldum olası hoşlanmamışımdır. Düşüncelere dalmanın avantajı kelimelerden arındırılmış olmasıdır. Nesnelerle peyzajın sessizliği, kendini dayatmadan size doğru akar.”

Bu yargısızlığa yazarın dili de eşilik ediyor. Belki bunu daha da kolaylaştırıyor. İbarnice'nin Tanakh kökünden gelişi kısa dokundurmaları, özlü ve yoğun ifadeleri mümkün kılıyor. En azından Appelfeld böyle düşünüyor. Parçalılık ve yoğunluk, duyguların taşkınlaşmaması, belli bir soğukkanlık. “Düzyazı beni bu duygusallıktan kurtardı.”

 

Dönüş

 

Demir Raylar'a ve henüz Türkçe'ye çevrilmeyen The Age of Wonders'a birbirinin ikizi olan romanlar gözüyle bakmak mümkün. The Age of Wonders'ın Bruno A.'sı Demir Raylar'ın Erwin Siegelbaum'una çok benzer. Bu iki roman da geçmişe dönüştür. Orta Avrupa'nın kayıp geçmişine yıllar sonra, soykırımın üzerinden yıllar geçtikten sonra yeniden bakmaktır. Soğuk, puslu ve unutulmuş kasabalar, donmuş zaman, durağan tren istasyonları. Kompartımanların kokusu ve camlardan akan eski Avusturya-Macaristan topraklarının kendine kapanmış manzaraları. Fonda asimile olmuş Avusturya'lı yazar Bruno Schultz'un gölgesi vardır.

Bu kitap için trene övgü de diyebiliriz. “İyi müzik çalınan ısıtılmış bir tren vagonu bütün otel odalarından iyidir. Oteller hüzün ve umutsuzluk yayarlar. Trenlerde ise bu yoktur. Orada her duyunuz bayram edebilir.”

Siegelbaum her yıl aynı dönemde trenle geniş bir daire çizerek tüm kasabalardaki eskici pazarlarında eski Yahudi kitaplarını aramaktadır. Soykırım sonrasında sahipsiz biçimde ortalığa saçılmış kitaplar ve arada sırada karşılaşılan savaşta askerlik yapmış Avusturyalılar. Kimse hiçbir şeyden pişman değildir ve antisemitizm sürmektedir. Appelfeld bunu olağan karşılar ve zaten suçluların nedamet getireceğine dair bir beklentisi de yoktur. Bu anlamda öfke de yoktur sadece küçük bazı tartışmalar yaşanır o kadar. Ondaki öfkesizlik ve durgunluk şaşırtıcıdır. Yine de Demir Raylar onun en öfkeli kitaplarından biri sayılabilir zira Yahudi kitaplarıyla birlikte bir subayı da aramaktadır! Buna rağmen her şey uykulu ve sakin gelişir. Artık katiller bile öfke yaratabilecek kadar şaşırtıcı değildirler. Böylece onun insanlığa dair de hayalleri yoktur, sadece berrak anlara inanır: “Gettoda ve kampta iyice alçalmış insanlar gördüm. Kısıtsız bir bencillikle birlikte muazzam fedakarlıklar gördüm. Doğru, bencilliğe daha sık rastlanıyordu ve fedakarlık çok nadirdi, ama zihne kazınanlar, ölüme mahkum bir insanın önemsiz ve sınırlı bencilliğini bir kenara bırakıp kendisini başkası için feda ettiği insanlık dolu o berrak anlardı.”

 

Görüntüler

 

“Hafızam olmasa hayatım daha farklı olurdu – daha güzel sanırım.” Soykırıma uğramış olanlarda hep bir bellek sorunu ortaya çıkar. Tanıklıklar hep bir unutma gayretinin bulanıklığına gömülürler. Tabii Appelfeld çocuk yaşta bunlara tanıklık etmiş olduğundan ve dil kilitli kaldığından onun geçmişle ilişkisi daha da puslu olacaktır. Belki de buna hafızasızlık demeliyiz. Ama bu bir “çocuk hafızasızlığı, çünkü bir şey yaşanmamış oluyor ama öte yandan bu hafıza boşalmayan bir kaynak. Yıllar boyunca yenileşip netleşiyor... Hafızama kazılı bazı görüntüler var ve unuttuğum da çok şey var, ancak güvensizlik bedenime işlemiş, bugün dahi her birkaç adımda bir durup dinliyorum. Konuşmakta zorlanıyorum ve bu hiç şaşırtıcı değil. Savaş esnasına konuşmadık... Yalnızca aklını yitirenler konuşuyor, anlatıyor ya da ikna etmeye çabalıyordu. Aklı başında olanlar konuşmuyordu... Acılar artıp umutsuzluk duyguları yoğunlaştıkça kelimeler gereksizleşir.”

Aktarmak, sözcükler, tanıklık bunların hepsi önemini yitirir. Önemli olan konu değil doğru kelimeleri kullanabilmektir. Buradan itibaren Appelfeld'de esas olan olanların anlatıcılığı değil, geçmiş de değil. Aslolan daha ziyade durmadan üretilen, hatta bedene kazınmış işaretlerden, yeşillik damgasından üretilen bir şimdi. “Geçmiş hakkında yazdığımı hissetmiyorum. Saf katışıksız haliyle geçmiş, edebiyat için iyi bir hammaddeden başka bir şey değildir. Edebiyat zamanı süregelen bir şimdiye getirme çabası olarak bitimsiz bir şimdidir” ve devamla; “yalnızca aklınızda görüntüler oluşturabilen kelimeler anımsanabilir. Gerisi ıvır zıvırdır.”

 

Kaynaklar

Ruhun Kuytusunda, Aharon Appelfeld. Çeviri; Aslı Biçen. Metis, 2014.

Tsili, Aharon Appelfeld. Çeviri; Dürrin Tunç. YKY, 2011.

Zor Bir Hayatın Hikâyesi, Aharon Appelfeld. Çeviri; Kerem Işık. YKY, 2009

Demir Raylar, Aharon Appelfeld. Çeviri; Nazmi Ağıl. YKY, 2007.

Badenheim 1939, Aharon Appelfeld. Çeviri; Nazmi Ağıl. YKY, 2007.

The Age of Wonders, Aharon Appelfeld. İbranice'den İngilizce'ye çeviri; Dalya Bilu. David R. Godine, 1981.

Aharon Appelfeld’s Fiction : Acknowledging the Holocaust, Emily Miller Budick. Indiana University Press, 2005.

 

 

 

bottom of page